31 Ağustos 2013 Cumartesi

YARIN DÜNYA BARIŞ GÜNÜ



   1 Eylül Dünya Barış Günü öncesinde sevgili okurlarımla “Kızıma Mektuplar” kitabımdan iki şiirimi paylaşmak istedim. Barış günümüzü kutlayarak; ABD ve “Batı”   emperyalizminin başını çektiği , ülkemizdeki  siyasal iktidarın da içinde olduğu yalancı, talancı, savaş kışkırtıcısı, faşist işbirliğini lanetleyerek.

EMİR KULU

Emir kulu
Emri aldı:
Görevi, bir kenti
Bombalamaktı

Evden çıkarken
Gün doğuyordu
Çocukları
Uyuyordu

Öptü uyuyan
Çocuklarını
Karısını
Kucakladı

Uzakta bir başka
Kentte de çocuklar
Mışıl mışıl
Uyuyordular

Buluştular
Emir kulları
Ve havalandı
Uçakları

Hızla varıldı
O uzak ülkeye
Ve getirildi
Emir yerine

Emir kulu
Akşam yemeğini
Karısıyla
Dışarıda yedi
Döndüklerinde
Çocukları
Mışıl mışıl
Uyuyorlardı

Öptü onları
Huzurla uyudu
Görevini,
Yapmıştı, mutluydu

Uzak bir kentte
Büyük çukurlar
Kazıldı, gömüldü
Ölü çocuklar

TOPRAĞA DÜŞEN

Ona haydi
Savaşa dediler
Başkaca bir şey
Söylemediler

Aldılar köyünden
Davulla,zurnayla
Geride üç çocuk
Bir eş ve bir ana

Eline bir silah
Tutuşturdular
Ve karşılaştı
Düşman ordular

Vurulup düştü
İlk çatışmada
Göğsünde bir oyuk
Üç delik alnında

“Ey bu topraklar için
Toprağa düşen!”
Bir karış toprağın
Var mıydı yaşarken?


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/310813

24 Ağustos 2013 Cumartesi

BENCİLLİK BİR KİŞİLİK BOZUKLUĞUDUR



       Son birkaç haftada sanat ve kültür alanını da ilgilendiren birkaç  söyleşi, bencilliğin nasıl bir kişilik bozukluğu olabileceğini gözler önüne seriyor.
      Bu öyle bir kişilik bozulmasıdır ki  insanı iftiraya,  yalana, ihanete bile sürükler.
       Toplumsal yaşamımızın geçmişinde, yola devrimci olarak çıkıp, kariyerini
ihbarcı ve sonuçta emniyet görevlisi olarak tamamlamış kişiler vardır.
     Bu gibiler kendi arkadaşları ve sonraki kuşaklarca alay edilerek ve lanetlenerek anımsanır.
     Benmerkezciliğin yaygın olduğu sanat-kültür dünyasında da  bu türden örneklere rastlanır.
      Sözünü ettiğim  söyleşilerden ilki “Sanat Camiasındaki Ergenekon’a Artık Uyanın” başlığı ile 13.08.13’te “Star Magazin”de yayınlandı.
      Söyleşinin bütününü ve burada adını anmak istemediğim sinema yönetmeninin kimliğini merak edenler söz konusu gazeteden bulup öğrenirler.
      “Yöntem olarak yirmili yaşlarımdan beri hep kendimi olayların dışında tutarım” derken bireyci kimliğini açığa vuran bu sanatçı, nedense dışında kalmak istemediği Gezi olayları sırasında sanat çevrelerince dışlanıp eleştirilmesine belli ki çok içerlemiş.
     Ancak bir ihbarcının söyleyebileceği şu sözler dökülüyor ağzından: “….son iki yıldır sürekli uyarıyoruz hükümeti. ‘Sanat camiası içindeki Ergenekon uzantılarına’ artık uyanın diye.(…) Hükümete de kızgınım bu yüzden, çünkü yıllarca bunun araştırılmasını istedik. Sadece askerler mi? Ergenekon’un sivil uzantıları var. Sanat ve kültür dünyasında da yok mu?
      Bir sanatçının  ağzından çıktığına inanılması güç bu sözleri, belli ki  hasım olarak gördüğü ,rahatsızlık duyduğu  kişi  ve çevrelere saldırıları, hakaretleri izliyor.
      Doğrusunu söylemek gerekirse(kuşkusuz benim eksikliğimdir) herhangi bir filmini görmediğim, zaten adını ilk kez bu vesile ile duyduğum  bu yönetmen, sözlerinin sadece içeriğiyle değil, dağınık bir kişiliği ele veren söyleyiş biçimiyle de, bana Ergenekon ihbarcısı “haham” Tuncay Güney “tipoloji”sini çağrıştırdı…
        Söz konusu kişi aynı söyleşide  sanat dünyasındaki ihbarcılığıyla da yetinmiyor ve  birilerini  hükümete ihbar etme alışkanlığını Koç Vakfı’na kadar uzatıyor…
     Güya bu Vakıf, bu  kişinin bir  “video yerleştirme” sergisine maddi destek  sağlayacakken, bir TV konuşmasında “AKP’yi yeterince eleştirmediği”nden ötürü  desteğini geri çekmiş…
     Bu sözler de bana, bencilliğin kan  kardeşi(kankası!) sayabileceğimiz çıkarcılığın insanı ne ölçüde  alçaltabileceğinin  örneği gibi göründü…
      
                                                  ***                            

      Son günlerde Nobel ödüllü yazarımızla da   birkaç söyleşi yayınlandı.
       Belli ki, zaten kendisi de söylüyor, yeni bir kitabının, daha doğrusu eski kitaplarının yeni biçimlerde pazarlanmasının hazırlığı yapılmakta.
       Bu anlaşılır bir şeydir.
       Bir  endüstri dalı olan yayın dünyasında da piyasa kuralları işleyecektir…
       Söz konusu yazarımızın başarısının küçümsenemeyecek bir bölümünü  bu işleri iyi bilmesine borçlu olduğunda kuşku yok.
        Bu söyleşilerden görebildiğim birinde,  kendisine ilişkin ya da genel olarak söyledikleri, okur için ilginç olabilir.
       Ergenekon davası üzerine söyledikleri ise bu yazının başlığını haklı çıkaracak nitelikteydi…
       Kendisinin bu ve benzer konulardaki görüşleri  biliniyor.
        Fakat bu kez dikkat çeken, rahatlamış tavrı, yanı sıra da alttan alta duyumsanan “timsah gözyaşları”ydı…
         “Ergenekoncuların(kimlerse onlar)  hapiste olmasına” üzülüyormuş…
         Ama sanırsınız ki bu dava ve benzerleri ona  ve “onun gibilere” karşı “tehditler azalsın”, “kampanyalar sona ersin” diye açılmış. ..
      Şimdi artık  sorun kalmamış…Kendi sözleriyle:”Zaten artık dava da yok çok şükür”.
       Gerçi yine koruması varmış ama ,” Ergenekon davasından  beri sokakta gazeteci, yazar öldürülmüyor, mahkeme kapılarında kimseye saldırılmıyor”muş…
        Özetle, kahramanımızın(Tanrı korusun!) bir saldırıya uğrama, cezaevine düşme olasılığı ortadan kalkmış…

                                           ***                            
    Bencillik ve yol arkadaşı  çıkarcılık  gerçekten de bir kişilik bozukluğudur.
    Görme yetinizi kaybettirir,,insanlığınızı  alçaltır…
     Yetenekli bir sanatçı da olsanız, yeteneğinizi yerlerde süründürür…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/240813

   
 Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

20 Ağustos 2013 Salı

HALKIN KALBİNİ KAZANMAK GEREKİR



(Aydınlık gazetesinin hükümet seçeneği konulu soruşturmasına yanıt)

Ataol Behramoğlu








      AKP iktidarı hangi güçle yıkılabilir?

      
  Soruyu yanıtlamak için bu iktidarın neyi temsil ettiğini görelim:   

1)Ortadoğu’da, , daha genelinde Avrasya’da ABD emperyalizminin, belli ölçüde Batılı emperyalistlerin(finans kapitalin) çıkarları.
 2)Ülke içinde ve yine yakın coğrafyada Cumhuriyet devrimi düşmanı, kökten dinci çevrelerin çıkarları, beklentileri,hayalleri…
     Bu saptama doğruysa, bu iktidarı yıkacak gücün kimliği de belli olacaktır.
Bu güç, aemperyalizm ve  soyguncu finans kapital karşıtı, ulusalcı, laik çevrelerin güç birliğidir.
       Bu güç birliğine, bir zamanlar kullandığımız deyimle, komprador(üretmeden tüketen, emperyalizmin ülke içinde taşeronluğunu yapan) burjuvazi dışında bütün toplumsal sınıf ve tabakalar, işçi sınıfı, köylülük, esnaf, asker ve sivil orta tabaka aydınları ve varlığını Cumhuriyete borçlu ulusalcı sanayi burjuvazisi dahildir...     
      Bu savaşımda emperyalizm ve gericilik karşıtı bütün küresel güçlerle de karşılıklı dayanışma içinde olmak gerekir.



  Hükümet seçeneği nasıl ve hangi partilerin katılımıyla oluşturulur?

        Kuşkusuz ki öncelikle Cumhuriyet Halk Partisi…
        Yanısıra, son bir kaç yılda gözle görülür, büyük bir atılım gerçekleştiren İşçi Partisi.
        Birliğin getireceği sinerji anlamında TKP, ÖDP ve ayrıca sol birlik adayları.
        Bölünmesi kaçınılmaz olan MHP’nin yurtsever unsurları.
        Partileşmesi kaçınılmaz olan merkez sağın laik, yurtsever unsurları.
        Değişmesi kaçınılmaz olan BDP’nin laik, gerçekçi, anti emperyalist,ülke bütünlüğünden yana unsurları…
       



-İktidar seçeneğini oluşturacak yol ve yöntemler nelerdir?
   
 Yukarıda özetlenen birlik modelinin hiç değilse bir bölümünün  gerçekleşmesi yönünde son günlerde bazı adımlar atılır gibi oldu.
    İşçi Partisi ciddi çaba içinde görünüyor.
     CHP de görebildiğim kadarıyla birlikte hareket çağrılarına kulaklarını tıkamış değil…
      Bu konuda, büyük ve köklü gelenekleri olan CHP’ye önemli ödevler, gerektiğinde ülke çıkarı için parti çıkarlarından özveride bulunmak düşüyor.
       Yerel seçimlerde gerçekleştirilecek birlik çok önemli.
        CHP ve MHP seçmeni parti genel merkezleri istese bile büyük kentlerde başka parti adaylarına oy vermez.
      Orta büyüklükteki ve daha küçük ölçekteki kent ve yerleşim yerlerinde ise  durum farklıdır.
        Buralarda AKP dışındaki herhangi bir partinin, o kent ya da yörede tanınan, sevilen adayı ya da  AKP karşıtı bağımsız bir aday için, yukarıda adı geçen partiler  ortak oy kullanılmalıdır.
        Yerel seçimlerde böylece kazanılması kesin olan başarı, Cumhurbaşkanlığı seçimine ve genel seçimlere  örnek oluşturacak, AKP moral olarak da çökertilip bozguna uğratılacak, kaçınılmaz parçalanması hızlanacaktır…
       Öncelikle CHP bu alanda kamuoyu araştırmaları yapmalı, söz konusu partilerin yönetim kadroları ve tabanlarıyla gerçekçi ve samimi görüşmelerde bulunmalı ve bunların yapılması için bir an bile yitirmemelidir.
         CHP kendi içindeki ulusalcı-ulusalcı olmayan çatışmasına da son vermelidir.
          Önemli olan, başta gelen, elbette ulusun çıkarlarıdır.
            Bu konudaki çatışmayı, ayrımlaşmayı, kavram yarıştırmayı ne halk ne CHP seçmeni anlayabiliyor ve anlaması da mümkün değil…


-Önümüzde hangi zorluklar duruyor ve bunlar nasıl aşılacak?

    Yanıtlanması en çetin soru belki bu.. Yine de deneyeyim…
    AKP karşıtı güç birliğinin temel çekirdeğini, odağını sol-sosyal demokrat güçlerin birlikteliği oluşturacağına göre, bu birliktelik halka umut verici, büyük ve ortak etkinlikler düzenlemelidir.
      Sanatın diliyle söyleyecek olursam, halkın kalbini kazanmak gerekir.
      Halkın kalbini kazanamayan bir hareketin iktidar kazanma şansı yoktur.
      Bunun için ortak bir dil ve buna koşut olarak da ortak örgütlenme modelleri oluşturmak gerekir….
       Alışkanlıklardan kurtulmak genellikle sanıldığından daha çetindir ve bu zorluğu aşmak  gerekir…
       AKP’nin oy deposu olan çevrelerde, köylerde, mahallelerde, esnaf arasında, varoşlarda,  halk insanlarıyla sıcak, samimi, yapıcı, uyarıcı, bilgilendirici, örgütleyici görüşmeler yapılmalıdır…
       Genellikle sanıldığı kadar güçlü bir parti değildir AKP.  Paramparça olup geride iz bile bırakmaksızın silinip gidecek olan « konjonktürel »(geçici koşulların ürünü) bir çıkar birliğidir. Zorluk onun yıkılmasında değil, onu yıkacak güçlerin  anlayış, yöntem, bilinç, cesaret ve kararlılık eksikliğinin aşılmasıdır… Bu anlamda geçen yılın 19  Mayıs’ından 29 Ekim ve 10 Kasım büyük kitlesel hareketlere , Silivri’de halkın faşist kuşatmayı parçalayışı ve Taksim-Gezi’de zirveye ulaşan demokratik, insancıl, cesur  başkaldırılar, iktidar seçeneğini oluşturacak yol ve yöntemlerin kuşkusuz en etkileyicisini örneklemektedir…
     



 -Yeni hükümet hangi programı uygulamalıdır?

    
    Özetle söyleyecek olursam, AKP’nin soyguncu,  rantçı, yağmacı girişimleri derhal durdurulmalı; ülkenin yakılıp yıkılmasına, parçalanıp satılmasına son verilmeli, sorumlular cezalandırılmalı, zararlar ödetilmelidir.
   Eğitim sistemi Cumhuriyet devrimlerinin temelini oluşturan öğretim birliği ilkesine göre yeniden yapılandırılmalı, hukuk ve adalet sistemine bağımsız, özerk kimliği  yeniden kazandırılmalıdır.
     Siyasi parti ve seçim sistemi kural ve yasaları değiştirilip demokrasi ilkeleriyle uygunlaştırılmalıdır.
     AKP yönetiminin açtığı yaraların sarılması  için, eğer hâlâ adil biçimde sonuçlandırılmamışsa Ergenekon, Balyoz, KCK . benzeri antidemokratik,
faşizan davaların adil biçimde sonuçlanması için gereken yasal düzenlemeler her ne ise acilen yapılmalı, özellikle bu alanda hukuk ve adalet adına suç işleyenler cezalandırılmanın yanı sıra kamu önünde savaş suçluları gibi teşhir edilmelidir.
      Eline silah almamış tek bir kişi bile herhangi bir siyasal nedenle cezaevinde tutulmamalı, bu alandaki yasalar hızla demokratikleştirilmeli, F Tipi cezaevi denilen cellathaneler derhal kaldırılmalıdır.
       Küçük ve orta ölçekli  esnafı AVM’lere karşı koruyacak yasa ve uygulamalar yapılmalı; tarım yeniden canlandırılmalı, işçi sınıfı ve yoksulluk sı nırındaki orta tabakaları koruyacak yasalar çıkarılmalı, rantçı ve soyguncu yerli ve yabancı finans kapitale karşı üretici sanayi korunup desteklenmelidir…
        Bu ülkede yaşayan bütün etnik toplulukların  ortak yurttaşlık ve kültür birliğini temellendirecek , güçlendirecek yasalar ve etkinlikler gerçekleştirmeli; ülkede bu dönemde toplumun bütün kesimleri arasında en ağır biçimde bozulan kardeşlik ve birlik duygularını yeniden canlandırıp yükseltecek  adımlar atılmalıdır.
       Ve son olarak da, bir şair ve kültür insanı olarak söyleyeyim, eğitime ayrılan bütçe çağdaş dünya ölçülerine yükseltilirken Kültür Bakanlığı bütçesi en az birkaç katına çıkarılmalı,  kamusal sanat kurumları yeniden özerk kimliklerine kavuşturularak  AKP’nin bu alanda da açtığı yaralar sarılmalıdır…
      Aklıma ilk elde bunlar geliyor…
      Sorularınız  için teşekkür ederim…


19.08.2013

(yayın tarihi 20.08.2013)

18 Ağustos 2013 Pazar

OSMANLI ORTAÇAĞINDA MIYIZ?



       Bu haftaki Pazar yazısında Prof.Dr.Şerafettin Turan’ın   “Türk Kültür i” Tarihi”adlı kitabından edindiğim, kimilerini tazelediğim bazı bilgileri, kendi yorumlarımı ekleyerek   paylaşmak istedim…
        XVII. Yüzyıla, genel bir değerlendirmeyle, öyle sanıyorum ki Osmanlı ortaçağı dememiz gerekiyor…
        Bu ortaçağ süreci, bilim alanında  hoşgörü ve çoğulculuk anlayışının egemen olduğu Fatih Mehmet dönemi sonrasında, XV. Yüzyılın ikinci yarısında başlıyor ve  iki yüzyıl süresince devam ediyor.
         Şerafettin Turan’ın sözleriyle: “XVI. Yüzyılın sonlarına gelindiğinde, cılız bir kaç uygulamanın dışında , bilimsel etkinlikler yalnızca dinsel bilimler anlamında algılanır olmuş ve bunun sonucunda da felsefe, astronomi, tıp, matematik gibi bilimler medrese öğretimi programlarından çıkartılmıştır.”

                                            ***                                  
     Fatih döneminde saray kitaplığı yöneticiliği yapmış olan Tokatlı Lütfi(Molla Lütfi) adlı bilim adamı ve yergi ustasının, peygamberliği yadsımak ve dinsizlikle suçlanarak 24 Aralık 1494’te boynu kılıçla vurularak idam edilmesi Osmanlı ortaçağına girişte belki bir dönüm noktası  sayılabilir. Adnan Adıvar Osmanlı bilim tarihi konulu kitabında  bu idamı Sokrates trajedisi olarak nitelemiş. Tarihimize sahip çıkacaksak, işbirlikçi İskilipli hocaları değil,  aydınlanma tarihimizin kurbanlarındanTokat’lı Lütfi’leri tanıyıp tanıtmamız gerekiyor…

                                                     ***                          
Şerafettin Turan’ın “durağanlığa yöneliş” başlığı altında tanımlayıp örneklediği          XVI. Yy gerçekten de .olumlu ve olumsuzun iç içe olduğu bir dönem.
       Bağımsız matematik ve tıp öğretimi yapan medreselerin de içinde bulunduğu Süleymaniye Medreseleri’nin açılması, bilimsel eğitim yönünde önemli bir adım.
      Piri Reis’in denizcilik ve haritacılık alanında öncü çalışmaları da aynı dönemin ürünü.
        Şerafettin Turan, bu yüzyılda coğrafya ve astronomi alanında telif ya da çeviri yoluyla Türkçeye pek çok yapıt kazandırıldığını, fakat aynı şeye  başkaca pozitif bilimlerde rastlanılmadığını belirtiyor.
       Aynı yüzyılın son çeyreğine doğru , 1575’te Takiyüddin Mehmet’in ilk gözlemevini kurması ve bilimsel alanda bu büyük adımın dönemin Şeyhülislamı Ahmet Şemseddin Efendi’nin “gökleri gözetlemenin uğursuzluk getirdiği” şikâyeti sonucunda  top atışlarıyla yerle bir edilmesi ise, olumlu ve olumsuzun bir aradalığının çarpıcı bir örneği…

                                                      ***                             
  Osmanlı tarihinin özellikle XVI ve XVII.. yüzyılları,, günümüz gericilerinin ataları olan şeyhülislamlar ve sözde din bilginleriyle dolup taşıyor.
      Bu konuda bilgi sahibi olunması, günümüz gericiliğinin amaçlarını, hedeflerini, kökenlerini iyi anlamak bakımından önem taşıyor.
     Bunlar arasında Birgili Mehmet Efendi’nin(1522-1573) “Peygamber’in yaşamına göre Muhammet Tarikatı” adlı(aslı Arapça) kitabındaki görüşlerinin, özellikle XVII. yy. Osmanlı toplumsal yaşamı üzerine bir karabasan gibi çökmekle kalmayıp büyük ölçüde  günümüz AKP Türkiye’sinde de hortlatılmış olduğunu söyleyebiliriz….

                                      ***                       
       Bilimleri Müslüman’a “farz” (öğrenilmesi zorunlu)olanlar, yasak olanlar ve  yasak olmayanlar diye sınıflandırarak “yıldızlar ilmi”ni  yasaklar arasında sayıp tıp bilimini öğrenilmesi zorunlu değil isteğe bağlı gören(zira, ona göre “tedavi olmak vacip(gerekli) değil”dir!)Birgili Mehmet, Müslüman’ın yapmaması gereken hareketleri de “afet” diye adlandırarak bu afetleri “kalp, dil,kulak, göz,el, ayak,  beden ve üretim organları” (yani,bedene,ruha kimliğe ait her şey!) kapsamında bölümlere ayırıyor…
       Bu ayrımlar size, müzikte kadın sesi yasağını, erkekler  korosunun perdelenmesini, içinde rakı geçen türküyü dinlemek istememeyi  çağrıştırmıyor mu?..

                                               ***
     Yazıyı  “Türk Kültür Tarihi”nden bir alıntıyla sonlandıralım.
    “XVII. Yüzyıl başlarında Osmanlı bilginleri, Birgili’nin görüşlerini paylaşanlar ve paylaşmayanlar diye 2 büyük gruba bölünmüşlerdi(…)İnsanlar yollarda çevrilerek dini konularda sınava çekiliyor, beklenen yanıtı veremeyenler hırpalanıyorlardı. Öte yandan dine aykırıdır diye sanat eserlerine saldırılıyor, yazmalardaki minyatürler bile tahrip ediliyordu…”vb.
     Osmanlı ortaçağından çok uzakta mıyız, ne dersiniz?




Ataol Behramoğlu/18.08.13

 Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

17 Ağustos 2013 Cumartesi

AİLE İÇİ ŞİDDET



         10 Ağustos tarihli Cumhuriyet’te Meltem Yılmaz arkadaşımızın Amerikalı psikolog ve “aile içi şiddet uzmanı” Dr.Brian Jory ile kısa fakat ilginç bir söyleşisi yayınlandı.
     Aile içi şiddet , belki daha doğru bir deyişle ve genellikle  ailenin erkek bireylerinin eşlerine, kızlarına, annelerine, kız kardeşlerine, başkaca kadın, kız, çocuk yakınlarına uyguladıkları şiddet,  ne yazık ki en güncel konularımızdan…
          Amerikalı uzman bu konunun  hangi dalında daha çok uzmanlaşmıştır, bilmiyorum.
      Fakat bir konferans vermek için geldiği ülkemizde özellikle kadına uygulanan aile içi şiddeti üzerinde durması  anlaşılır bir şey…
       Nitekim sözünü ettiğim söyleşi  “Kadınlar çaresiz ve yapayalnız” başlığını taşıyor…

          ***                                   ***                            ***
       İnternet üzerinden, Dr.Jory’nin, “Sevmek şiddete dönüştüğünde sevmeyi öğrenmek” başlıklı bir yapıtı olduğunu öğrendim.  Sanırım konferans dizilerini de böyle bir başlık altında gerçekleştiriyor.
       Burada temel kavram, sevginin(aşkın) şiddete dönüşmesi…
      Sevgi(aşk) ve şiddet arasında bir takım çelişik, şaşırtıcı, kafa karıştırıcı, suç işlemeye kadar götüren karmaşık ilişkiler bulunduğu biliniyor.
      Aile içi şiddet konusu irdelenirken de, kuşkusuz, bütün bu çoğu kez son derece karmaşık, bireysel, psikolojik, ya da ruh sağlığına ilişkin sorunlar göz önünde bulundurulacaktır.
      Ancak, ülkemiz bakımından toplumsal bir felakete dönüşen,isyan ettirici bir gerçekle karşı karşıyayız:
        Dünya ölçeğinde  karşılaştırmalı bir sayımlama(istatistik) yapılmış mıdır  bilmiyorum. Fakat herhalde Türkiye kadınlara karşı aile içinde(ve dışında) işlenen suçlar bakımından en ön sıralarda, belki de  en ön sıradadır…

        ***                              ***                        ***
  Söyleşiyi yapan arkadaşımızın da belirttiği gibi ülkemizde kadınları hedef alan  (büyük olasılıkla  çoğunluğu aile içi) suçlarda son on yıl içinde yüzde bin dört yüz artış var.
     Bu korkunç bir artış oranıdır.
      Cinayetler çok büyük ölçüde gizli kalamıyor.
      Fakat pek çoğu aile içinde örtbas edilen  yaralamaların, tacizlerin; dayak,işkence ve hakaretlerin haddi hesabı olmasa gerek…
      Nitekim okyanus ötesinden gelen “aile içi şiddet uzmanı”, “Türk kadını kendini çaresiz ve yardımsız hissediyor” demekte…
       Ve ilave ediyor:”Devlet yetkililerinin kendilerine yardım edebileceğine inançları kalmamış”…

                  ***                            ***                         ***

      Cumhuriyet devrimleri kadınlarımıza  erkekle aynı düzeyde yurttaş olma hakkını kazandırdı…
      Örneğin seçme ve seçilme haklarına sahip olmada Türk kadını, İslam ülkeleri şurda dursun, kimi Batı ülkesi kadınlarının da ötesine geçti.
       Fakat  erkek egemen ortaçağ tortularının beyinlerden henüz silinmediği ülkemizde, erkeklerin  kadınlar  üzerindeki  egemenliklerinden  vazgeçmeleri, onları kendileriyle  eşit haklara sahip bireyler  olarak kabul etmeleri, özellikle toplumun daha az eğitimli katmanları bakımından kolay değil…
       Buna karşılık, kadınlarımızın, bütün baskılara karşın, Anadolu kültürünün(Alevilik başta olmak üzere) kimi özgün, ilerici özelliklerinin de katkısıyla, bu kazanımları büyük ölçüde içselleştirmiş olduklarını söyleyebiliriz…
    Türkiye’de kadınların öncü konumu bir çok alanda kendini gösteriyor.
    “Arap Baharı” diye adlandırılan gösterilerle bizdeki Gezi Direnişi ve sonrasındaki toplumsal hareketlilik arasında,  kadının  sayıca, görüntüce ve öncülük bakımından farklılığı  yeterince gözler önündedir…

              ***                                          ***                            ***
    Türkiye’de kadın buna rağmen kendini çaresiz, yardımsız, yapayalnız hissediyorsa, devlete inancı kalmamışsa, aile içi şiddet on yılda yüzde bin dört yüz artmışsa, bunun başlıca nedeni bu devletin Cumhuriyet devrimlerine bu alanda da ihanet etmekte oluşudur.
      Bu ihanetin son on yılda ulaştığı  yıkıcı boyutlar ise kadın düşmanlığıyla at başı gitmekte…
     Çaresizliği aşmanın yolu, Cumhuriyet düşmanlığına karşı bütün alanlarda, kadınlı erkekli, topluca savaşımdan geçiyor…     
________________________________________________________________

Yarın Cumhuriyet Pazar Dergisindeki yazım: “Osmanlı Ortaçağında mıyız?”
          

     Ataol Behramoğlu/170813

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

10 Ağustos 2013 Cumartesi

KUTSUZ BAYRAM



      Bu yazıyı Şeker (ya da Ramazan) Bayramı’nın ilk günü yazıyorum.
      Kimseye bayramınız kutlu olsun demek içimden gelmiyor.
      Çünkü kutsuz bir bayram yaşıyoruz.
      Kötülüğün, karanlığın,hukuksuzluğun, cana kıyıcılığın egemen olduğu bir ülkede bir bayram kutlu olamaz.
      Ya da kutlamalar içtenliksiz, bilinçsiz, sevinçsiz, âdet yerini bulsun diye yapılan sıradan söz değiş tokuşları olacaktır.

             ***                                   ***                          ***
    Balyoz diye adlandırılan yargılamanın ardından Ergenekon adı yakıştırılan davada verilen hükümler beklenen bir sonuç olmakla birlikte yine de vicdanları yaraladı.
    Tabii, vicdan sahibi olanlardan söz ediyorum.
     Vicdan, herkesin sahip olabileceği bir erdem değildir.
     Öyle olsa, “vicdansız” diye bir sözcük türetilmezdi.
      Tıpkı demokrat olmak, özgür düşünceli olmak, cesur olmak gibi, vicdanlı olmak da, hem kolayca sahip olunabilen; hem de bilinç, birikim, deneyim gerektiren bir erdemdir…
       Kolay olması, eninde sonunda, bir kişilik olgusu olmasındandır.
       Çok küçük yaşlarda bu ve benzer erdemleri kazanabilir, ya da kazanamazsınız… Kişiliğinizin oluşumuyla ilgili bir konudur bu…
        Zorluk, yaşamın daha ileri dönemlerinde  karşılaşılan sorunlarla ilgili tavrınızı belirlerken ortaya çıkar…
        Bu ise,  bir bakıma son nefese kadar sürecek olan bir süreçtir…
         İnsan olmamızın evrelerinde alçalmanın da yükselmenin de sonu yoktur…
         Toplumların baskı dönemleri, bu konuda keskin ve belirleyici bir denek taşıdır.
          Alçaklar ve kahramanlar böyle dönemlerde ortaya çıkar.
          Günümüz Türkiye’sinde yaşanmakta olduğu gibi…

            ***                               ***                              ***
      Balyoz ,Ergenekon yargılamaları sonucunda verilen hükümleri değerlendirebilmek  için hukukçu olmaya gerek yok.
        Çünkü gerek seçkin hukukçular, gerek bu davaların kimi sanıkları, yaptıkları açıklamalarda, yazdıkları kitaplarda, hukuk ve akıl dışılıkları bir bir ortaya koydular.
      Buna karşın, nasıl bu hükümler verilebildi?
      Bu sorunun yanıtı, hukukta, yasalarda değil, yukarıda sözü edilen erdemler ya da erdemsizliklerdedir.
       Bunlar siyasal davalardır demek de bence eksik ve yanıltıcı olur.
        Ne demek siyasal dava?
       Yalan, hukuksuzluk, zalimlik ne zamandan beri siyaset olarak adlandırılıyor?
         Cinayete cinayet, alçaklığa alçaklık denir.
         Suriye’de kafa kesen, diri diri insan yakan, insan kanı içen caniler için siyaset yapıyorlar mı diyeceğiz?
         Silahsız, korunmasız insanları linç eden, pala sallayan, hedef gözeterek can alan vicdan ve insanlık yoksunları ile onları  yönlendiren, kollayıp koruyan siyaset erbabı, siyasetçi mi yoksa düpedüz suçlu mudur?

                    ***                  ***                      ***
      Kimse kusura bakmasın, içerde iyimserliklerini yitirmeksizin yiğitçe direnen dostlar da beni bağışlasın, karamsarlıkla suçlamasın; fakat kutsuz bir bayram yaşıyoruz.
      1980 sonrasında 10 ay süren bir cezaevi deneyimim var.
      Özgürlükten yoksun olarak geçen bir gün değil bir an bile zulümdür, bunu hak etmemiş kişiye karşı işlenmiş en ağır bir suçtur.
       Yukarıda adını andığım kurmaca davalarda ve benzerlerinde yıllarca süren tutukluluklar ise, tutuklu kişiye ve insanlığa karşı işlenmiş cinayet ağırlığında bir suç sayılmalıdır.
       Sonuçta verilen cezalar ise, bu cezaları alanlar için değil fakat verenler için ömür boyu taşıyacakları bir utanç lekesi olacaktır.

                      ***                            ***                            ***
“Kimseye bayramınız kutlu olsun demek içimden gelmiyor” diye başladım…
   Buna karşın, gelecekteki ulusal bayramlarımızda, ulusumuzun büyük günlerinde yükselecek olan halk hareketlerinin heyecanını şimdiden duyuyoruz…
   İçinde bulunduğumuz bayramı, kardeşlik ve barış günleri olması gerekirken
kutsuzlaştıranlar ve buna alkış tutanlar ise, eninde sonunda haklarında en ağır hükmü verecek olan toplumsal vicdanın yargısından, işledikleri suçların lanetinden kurtulamayacaklardır.





Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/100813

 Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

4 Ağustos 2013 Pazar

ŞEHNAME ÜZERİNE NOTLAR



  Şehname(Şah name) klasik İran edebiyatının hem oylum hem sanatsal değeri bakımından  en büyük yapıtlarından.
  940-1020 yıllarında yaşamış Firdevsi’nin 60.000 beyitten oluşan baş yapıtı.
  Bu kadar beyit 120.000 dize demek. Dile kolay!
   Alışılmış ölçülerde  yüzlerce şiir kitabı eder.
   Bu oylumda “lirik” şiir olabilir mi?
  Dünya edebiyatında örnekleri olsa da(aklıma örneğin A.Pope, W.Hugo gibi şairler geliyor) kolay iş değil.
   Çağdaş dünya edebiyatından Neruda’nın “Genel Şarkı”sı büyük oylumlu lirik şiirin belki de tek örneği…
     Homeros’un destanlarından diyelim ki Nâzım Hikmet’in “İnsan Manzaraları”na, bu kapsamda çalışmalar genellikle “epik”(anlatısal) özelliğe sahiptir.
     Kuşkusuz, yer yer lirik parçalarla birlikte…

       ***                                     ***                       ***

 Şehname epik bir yapıt, şiirin biçime ilişkin(ölçü, uyak) öğeleriyle kurgulanmış bir anlatı.
    Birkaç yıl önce Necati Lugal çevirisinden(MEB Yayınları) okurken notlar almıştım.
    15,16,17. yüzyıllarda olmak üzere dilimize birkaç kez çevrilmiş…
    Başkaca çevirileri de olabilir, fakat şu anda ulaşabildiğim kaynaktan bu kadarını öğrenebildim.
    Aynı kaynaktan, Osmanlı döneminde bazı şairlerin Şehname’yi manzum olarak da Türkçeye aktardıkları söyleniyorsa da, hangisi ya da hangileridir bilmiyorum.
     Manzum olarak yazılmış bir epik(ki genellikle öyledir) bir başka dile de manzum olarak çevrilmelidir.
      Doğu ve Batı klasik epiğinden Rusça’ya çevirilerden görüp edindiklerimin hepsi manzum çevirilerdir..
     Bizde ise bu anlayış pek yok.
     Sözünü ettiğim Şehname çevirisi de düz öykü olarak aktarılmış.
     Elbette büyük bir çaba.
     Ama gönül onu şiirsel bir anlatı olarak okumak istiyor.
 
  (Örneğin Mevlana’nın Divan’ının da şiirsel çevirisine  sanıyorum ki sahip değiliz.)

         ***                                 ***                             ***
Şehname’yi okurken onunla Vergilius’un(ondan bin yıl kadar önce yazılmış) Aeneis’,i arasında benzerlikler görmüşüm…
   Vergilius’un destanını Türkân Uzel çevirisinden büyük tat alarak okumuştum.
    Notlarımda, Firdevsi’nin yapıtında doğa betimlerinin Vergilius’a göre  zayıf olduğuna ilişkin gözlemimin yanı sıra, Şehname’nin de genellikle düz anlatımına karşın metaforlu bir dilden  yoksun olmadığını belirterek bazı örnekler sıralamışım: “canından el yuğmak”, “zamanın içinde saklanan bir sır vardı”, “önünde ateş bile siner..” vb…
        Özdeyiş değerinde bir sözün de altını bir kez daha çizelim:
         “Tembellik insanı esir eder…”

       
                           ***                               ***                      ***

   “Şehname”yi baştan sona okumadım. Ya heves etmedim, ya araya başka okumalar girdi, bunu şimdi anımsayamıyorum.
     Fakat okuduğum kadarıyla, yaşamın geçiciliğini vurgulayan karamsar bir metin olduğuna ilişkin bir notum  ve bir alıntı var:
     “Ey dünya! Sen baştanbaşa ıstırapla dolusun, saadetten yana bomboşsun; hiçbir akıllı kimse sende  mesut olamamıştır”(s.279)
      Buna karşılık,  dünya yaşamına(ömre) ilişkin  karamsar tonuna karşın, Firdevsi’nin yapıtı hiçbir kötülüğün(zulmün) cezasız kalmayacağına ilişkin inancıyla da iyimserdir…
       Yazımızı, büyük şairin, günümüze de mesaj değeri taşıyan sözleriyle tamamlayalım:
      “Nihayet, zulmün de bir ortası, bir sonu, bir sınırı ve bir sebebi olur…(…) Bana ettiğin zulümlerin hesabını beraberce yapsak da âleme göstersek herkes şaşar kalır.” (s.126)
      Edebiyatımız, büyük Doğu(ve kuşkusuz Batı) klasiklerinin dilimize şiirsel çevirilerini bekliyor…



Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/040813

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

3 Ağustos 2013 Cumartesi

AKIL ALMAZ ŞEYLER



   Ülkemizde akıl almaz şeyler birbirini hızla izliyor.
   Bu  zaten hep böyleydi derseniz, karşı çıkmam.
    Özellikle AKP döneminde Türkiye’nin giderek bir akıl hastanesine dönüştüğü çok açık.
    Fakat şu günlerde birbiri ardına olanları, akıl kavramaya yetişemiyor…
    Hangisinden başlamalı, hangi birinden söz etmeli…
     Sondan başa doğru gitmeye çalışalım…
    Mahallelere ihbar kutuları konulacakmış…
    Demek ki günün ya da gecenin bir saatinde kapınız çalınacak, hakkınızda ihbar var denerek eviniz darmadağın edilecek, alınıp götürüleceksiniz…
     İhbarcı kim, ihbar nedir? Bunları öğrenmeye bile hakkınız olmayacak…
     Bu uygulama, Ergenekon ve Balyoz davalarında zaten uygulanmakta olan gizli tanık hukuksuzluğunun ve ahlâksızlığının bütün ülkeye yayılması demektir.

           ***                                  ***                      ***
 Bir başka aklı almaz şeyi AKP ileri gelenlerinden, şefin kuşkusuz en yakınlarından  Mehmet Ali Şahin dile getirdi.
        Gezi Direnişine katılanlara TCK 312’den dava açılmalı, ömür boyu hapis verilmeliymiş.
        Bu sözler, diktatörlüğe hukuk kılıfı geçirme çabasıdır.
        Demek istiyor ki, bizi eleştiremezsiniz, hayatınızı söndürürüz.
        Hepinizi yeni Ergenekon ve Balyoz torbalarına doldurur, hapishanelerde çürütürüz.
        Bu kadarı ancak adı diktatörlük  olan rejimlerde olabilir.
        Tek bir farkla: O türden rejimlerde cinayetler hukuksal kılıfa gerek duyulmaksızın işlenir.
        Burada yasal kılıf aranıyor.

              ***                                      ***                     ***
   Kürt sorunu akıl almaz boyutlarda
    BDP eş başkanı ,AKP yardakçılığının da ötesinde ihbarcılık yapıyor.
    Yarın bir savcı, Gezi Direnişinin  askeri darbe planları hakkında bildiklerini anlat derse, acaba ne yanıt verecek?
       Bir halkın kimlik talebinin,  birden fazla ülkeyi bölüp parçalamaya yönelmesi akıl dışıdır.
       Gezi’deki çağdaş enerjiyi anlayıp değerlendiremeyen bir kafanın, çağdaş dünyada, emperyalizm işbirlikçiliği, gericilik ve feodalizm çamuruna gömülmek dışında  hiçbir şansı olamaz.

                     ***                                ***                        ***
   Kadın, sanat, çağdaş yaşam  düşmanlığı akıl almaz boyutlarda.
   Çocuk bekleyen kadının sokağa çıkmaması gerektiğini söyleyen kişi, nasıl bir aklın ve ahlâkın ürünü olabilir?
      Daha bu sözlerin şaşkınlığını üzerimizden atamamışken, üstelik profesör titri taşıyan birilerinin müzik üzerine fetvaları, insanı şaşkınlıktan da ötelere sürüklüyor…
     Bunlardan iki tanesini,Zeynep Oral’ın “Bilime,Sanata, Yaratıcılığa Tahammülsüzlük” başlıklı yazısından(Cumhuriyet, 1 Ağustos 2013) buraya alıyorum:
       “Müzik için haram diyemeyiz, ama helal de diyemeyiz. İçeriği İslama uygun olmalıdır. Ama kadın sesi içeren müzik kesinlikle caiz değildir”(Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi Prof. Orhan Çeker.)
     “Hanefi mezhebine göre müziğin icrası da , dinlenmesi de haramdır. Bir değneğin,bir çubuğun bir yere ahenkli bir şekilde vurulması bile bu hükme dahildir ve haramdır.”(İslam Hukuku profesörü Hayrettin Karaman.”
      Bilmem başka bir söz eklemeye gerek var mı?

              ***                              ***                                   ***
     Türbanlı öğrenciyi, yüksek yargı kararını  uygulayarak dersine almadığı suçlamasıyla hapis cezasına mahkûm edilen uluslar arası  değerde bilim insanı…
     Oruç tutmak ya da tutmamak kişisel bir seçimken, laik bir ülkede devlet bütçesinden  yüksek rütbeli komutanlara iftar yemeği…
       Dil Kurumu adı taşıyan bir kuruluşça, hükümeti demokratik yollarla indirme girişimlerinin  “darbe” tanımı içine alınması…
             Maçlarda siyasi slogan atma yasağı…
       Ülke kurucusunun sigaralı fotoğrafında sigarayı gizlemeyen medya kuruluşuna ceza…
        Ülke ekonomisinin omurgasını oluşturan bir kuruluşa intikam baskını…
        Ülkemizin ve çağdaşlığın birikimlerine aykırı sayısız söz, suç ve girişim…

         ***                              ***                         ***
     Bu kadar akıl dışılığın sorumlusu olan bir siyasal iktidarın   5 Ağustos’ta gerçekleşecek  büyük halk buluşmasından korkması doğaldır.
      Çünkü akıl dışığa son verecek asıl ve gerçek güç, Gezi Direnişiyle  zirveye ulaşan direnişler zinciri olacaktır…
       Yasaklama ve korkutma çabaları boşunadır…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/030813

 Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..