2 Temmuz 2020 Perşembe

SİYASETİN BUYRUĞUNDA HUKUK ya da İNSAN YAŞAMIYLA OYNAMAK


Siyaset ve Hukuk” başlıklı geçen haftaki yazımda konunun kuramsal bir açıklamasını yapmaya çalışmıştım.
Bu haftaki yazım siyaset buyruğunda yargının insan yaşamıyla nasıl oynamakta olduğunun somut örneği olacak.
İçinden neredeyse çıkılmaz bir karışıklık içindeki ve sonuçta da 17 genç hukukçunun toplam 159 yıl hapis cezasına mahkûm edilmiş olduğu Çağdaş Hukukçular Derneği(ÇHD) üyesi avukatlara yönelik “dava”dan söze diyorum.
Dava sözünü tırnak içine almamın nedeni, konuyla ilgili belgeler yığınını elden geldiğince gözden geçirme sonucunda, bunun bir hukuk davası değil aslında bir yargısız infaz olduğu sonucuna vicdanen, ahlâken, içtenlikle varmış olmamdır…
***
Bu yazı yayınlandığında avukat Ebru Timtek açlık grevinin yaklaşık altıncı, Aytaç Ünsal yaklaşık beşinci, her ikisi ölüm oruçlarının (yanlış hesaplamadıysam) 87. günündeler.
Dışarıdan bakan birine açlık grevi, ölüm orucu eylemleri anlaşılmaz görünebilir.
Yaşama tutunmak varken, insanlar neden canlarını tehlikeye atsınlar?
Söz konusu “dava”nın süreçlerinin sabırla gözden geçirdiğinizde, bu sorunun yanıtı karşınıza apaçık çıkacaktır.
Engizisyonun bir ortaçağ zindanına kapattığı, kurtuluş ümidi bulunmayan kişinin belki yazgısına boyun eğmekten başka çaresi olmyabilir.
Fakat hukukun, insan haklarının ulaştığı evrensel bir düzeyde, engizisyon hukuksuzluğundan farksız bir uygulamayla zindanlara tıkılan, hukuksal girişimleri hiçe sayılarak yaşamlarıyla oynanmakta olan, üstelik hukukçu ve gepgenç insanlarının seslerini duyurabilmek için canlarını ortaya koymaları karşısında duyarsız kalmak, en hafif deyimiyle vicdansızlık ve bilinçsizlik olur.
***
Söz konusu “dâva”nın burada ayrıntılarına girmenin bir anlamı ve gereği yok.
Bunu yapmak için zaten sayfalar dolusu yazmak gerekir.
Kaldı ki ben hukukçu değilim.
Fakat yine de açlık ve ölüm orucu eylemleri öncesindeki sürecin kısa bir özetini yapmak gerekiyor.
Dernekleri 22 Kasım 2016’da kapatılan Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) üyesi on yedi avukat 12 Eylül 2017’de gözaltına alınıp sekiz gün sonra tutuklanıyor.
İddianame altı ay sonra hazırlanıyor.
Yargı karşısına bir yıl sonra çıkarılan avukatlar İstanbul 37.Ağır Ceza Mahkemesi heyetince oy birliğiyle tahliye ediliyor..
Duruşma savcısı saat 01.00 civarında karar itiraz ediyor..
Bu itiraz üzerine aynı mahkeme heyeti tahliye kararının ertesi günü, Cumartesi saat 16.30 civarında toplanarak yine oy birliğiyle “tutuklamaya yönelik yakalama kararı “veriyor…
Devam etmeden önce burada durarak şu soruların sorulması gerekiyor:
İddianame için altı ay,karar için bir yıl beklenilmesi neden?
Bir mahkeme verdiği kararın tam tersini on saat sonra neye göre verebiliyor?
***


Süreci izlediğinizde, karşınıza başsavcı olarak İçişleri Bakanının, yanı sıra da Ergenekon’un da başsavcısı olduğunu söyleyen o zamanki Başbakan şimdiki Cumhurbaşkanının çıktığını görüyorsunuz…
Mahkeme heyetlerinin değiştirilmesi, pişmanlık yasasından yararlanan itirafçılar, ajanlar, bunun bir yargılama değil bütünüyle bir polis operasyonu olduğunu apaçık göz önüne seriyor.
Suçlanan avukatlar bir terör örgütünün uzantıları imiş…
Neye göre?
Grup Yorum’a, Soma madencilerinin ailelerine, işlerinden atılan kamu görevlilerine sahip çıktıkları için mi?
Başkaca da somut bir kanıt, bir suçlama zaten söz konusu değil…
***
Adalet Bakanına ve bu “dava” dosyası önlerinde olması gereken ilgili Yargıtay üyelerine sesleniyorum:
Adli tatil başlamadan önce bu dosya görüşülmeli, yargının siyaset ve polis buyruğunda olmadığı kanıtlanmalı, tutuklulukları üç yıla yaklaşan avukatlar özgürlüklerine ve mesleklerine kavuşmalı, ölüm orucu eylemindeki iki avukatın haklı eylemi de böylece sona ermelidir..
Hukuk, vicdan, adalet, insanlık duygusu bunu gerektiriyor..
Bilinçli kamu oyu bunun bir saniye bile gecikmeksizin gerçekleşmesini bekliyor, talep ediyor…

Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/01072020

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.