“Siyaset
ve Hukuk” başlıklı geçen haftaki yazımda konunun kuramsal bir
açıklamasını yapmaya çalışmıştım.
Bu
haftaki yazım siyaset buyruğunda yargının insan yaşamıyla
nasıl oynamakta olduğunun somut örneği olacak.
İçinden
neredeyse çıkılmaz bir karışıklık içindeki ve sonuçta da 17
genç hukukçunun toplam 159 yıl hapis cezasına mahkûm edilmiş
olduğu Çağdaş Hukukçular Derneği(ÇHD) üyesi avukatlara
yönelik “dava”dan söze diyorum.
Dava
sözünü tırnak içine almamın nedeni, konuyla ilgili belgeler
yığınını elden geldiğince gözden geçirme sonucunda, bunun
bir hukuk davası değil aslında bir yargısız infaz olduğu
sonucuna vicdanen, ahlâken, içtenlikle varmış olmamdır…
***
Bu
yazı yayınlandığında avukat Ebru Timtek açlık grevinin
yaklaşık altıncı, Aytaç Ünsal yaklaşık beşinci, her ikisi
ölüm oruçlarının (yanlış hesaplamadıysam) 87. günündeler.
Dışarıdan
bakan birine açlık grevi, ölüm orucu eylemleri anlaşılmaz
görünebilir.
Yaşama
tutunmak varken, insanlar neden canlarını tehlikeye atsınlar?
Söz
konusu “dava”nın süreçlerinin sabırla gözden
geçirdiğinizde, bu sorunun yanıtı karşınıza apaçık
çıkacaktır.
Engizisyonun
bir ortaçağ zindanına kapattığı, kurtuluş ümidi bulunmayan
kişinin belki yazgısına boyun eğmekten başka çaresi
olmyabilir.
Fakat
hukukun, insan haklarının ulaştığı evrensel bir düzeyde,
engizisyon hukuksuzluğundan farksız bir uygulamayla zindanlara
tıkılan, hukuksal girişimleri hiçe sayılarak yaşamlarıyla
oynanmakta olan, üstelik hukukçu ve gepgenç insanlarının
seslerini duyurabilmek için canlarını ortaya koymaları karşısında
duyarsız kalmak, en hafif deyimiyle vicdansızlık ve bilinçsizlik
olur.
***
Söz
konusu “dâva”nın burada ayrıntılarına girmenin bir anlamı
ve gereği yok.
Bunu
yapmak için zaten sayfalar dolusu yazmak gerekir.
Kaldı
ki ben hukukçu değilim.
Fakat
yine de açlık ve ölüm orucu eylemleri öncesindeki sürecin kısa
bir özetini yapmak gerekiyor.
Dernekleri
22 Kasım 2016’da kapatılan Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD)
üyesi on yedi avukat 12 Eylül 2017’de gözaltına alınıp sekiz
gün sonra tutuklanıyor.
İddianame
altı ay sonra hazırlanıyor.
Yargı
karşısına bir yıl sonra çıkarılan avukatlar İstanbul 37.Ağır
Ceza Mahkemesi heyetince oy birliğiyle tahliye ediliyor..
Duruşma
savcısı saat 01.00 civarında karar itiraz ediyor..
Bu
itiraz üzerine aynı mahkeme heyeti tahliye kararının ertesi
günü, Cumartesi saat 16.30 civarında toplanarak yine oy birliğiyle
“tutuklamaya yönelik yakalama kararı “veriyor…
Devam
etmeden önce burada durarak şu soruların sorulması gerekiyor:
İddianame
için altı ay,karar için bir yıl beklenilmesi neden?
Bir
mahkeme verdiği kararın tam tersini on saat sonra neye göre
verebiliyor?
***
Süreci
izlediğinizde, karşınıza başsavcı olarak İçişleri Bakanının,
yanı sıra da Ergenekon’un da başsavcısı olduğunu söyleyen o
zamanki Başbakan şimdiki Cumhurbaşkanının çıktığını
görüyorsunuz…
Mahkeme
heyetlerinin değiştirilmesi, pişmanlık yasasından yararlanan
itirafçılar, ajanlar, bunun bir yargılama değil bütünüyle bir
polis operasyonu olduğunu apaçık göz önüne seriyor.
Suçlanan
avukatlar bir terör örgütünün uzantıları imiş…
Neye
göre?
Grup
Yorum’a, Soma madencilerinin ailelerine, işlerinden atılan kamu
görevlilerine sahip çıktıkları için mi?
Başkaca
da somut bir kanıt, bir suçlama zaten söz konusu değil…
***
Adalet
Bakanına ve bu “dava” dosyası önlerinde olması gereken
ilgili Yargıtay üyelerine sesleniyorum:
Adli
tatil başlamadan önce bu dosya görüşülmeli, yargının siyaset
ve polis buyruğunda olmadığı kanıtlanmalı, tutuklulukları üç
yıla yaklaşan avukatlar özgürlüklerine ve mesleklerine
kavuşmalı, ölüm orucu eylemindeki iki avukatın haklı eylemi
de böylece sona ermelidir..
Hukuk,
vicdan, adalet, insanlık duygusu bunu gerektiriyor..
Bilinçli
kamu oyu bunun bir saniye bile gecikmeksizin gerçekleşmesini
bekliyor, talep ediyor…
Ataol
Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/01072020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.