28 Haziran 2014 Cumartesi

PARTİLERİMİZ VE İDEOLOJİLERİ




Siyasal partilerin ideolojik bir eksende örgütlenmiş olmaları doğaldır.
Fakat acaba bir ideolojiye sahip olmak ve onun program, propaganda vb. gereklerini yerine getirmek, sadece bunlar,
gerçek anlamıyla siyasal bir parti olmaya yeterli midir?
Düşüncemi somutlayarak açıklamaya, soruyu yanıtlamaya çalışayım…
***
Önce ülkemizdeki siyasal partilerin ideolojilerini gözden geçirelim…
AKP İslamcı bir siyasal örgütlenmedir…
Bu ideolojik temel onun ulus devlete, aydınlanma ve demokrasi değerlerine karşı oluşunun esasını oluşturuyor….
İçinde farklı unsurların da bulunabilecek olması bu gerçeği değiştirmiyor…
CHP, ulus devlet, aydınlanma ve demokrasi değerlerini savunuyor. İçinde ulusalcı ve sosyalist unsurlar da barındırıyor….
MHP’nin milliyetçi ideolojisi yerel seçimler öncesindeki dizi yazımda da belirttiğim gibi Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra
temelini ve hedefini yitirdi. Bu partinin ideolojik bir yenilenme sürecinden geçmekte olduğunu düşünmek sanırım yanlış olmaz….
Kürt siyasal hareketi esas olarak ayrımcı ve Kürt milliyetçisi olmakla birlikte, onun içinde de farklı yönelimlerin varlığı biliniyor…


***

Şimdi de bu siyasal partilerin hangi ekonomi politikalarını, hangi toplumsal sınıf ve çevreleri temsil etmekte olduklarını gözden geçirelim…
Çünkü bu konuda bir açık seçiklik yoksa, ideolojide de netlik olamaz…
AKP kendi ideolojisine uygun olarak “yeşil sermaye” denilen yeni bir burjuva yaratmayı başardı…
Bu burjuva, üretici olmaktan çok para politikalarıyla zenginleşen, aydınlanma ve demokrasi değerleriyle ilgileri bulunmayan, vurguncu, komprador çevrelerden oluşmaktadır.
Kendi içlerinde(MÜSİAD vb.) gerekli ekonomik, sınıfsal örgütlenmelere de sahiptirler.
Bu anlamda AKP ideolojisinin sınıfsal, ekonomik bir örgüt tabanına sahip olduğunu görüyoruz…
Dar bir sınıfsal çıkarı temsil etmesine karşın kitle partisi olabilmesinin nedenlerinin irdelenmesi başka bir konudur…

***
CHP ve MHP, hangi toplumsal sınıf ve tabakaların, hangi ekonomi politikalarının temsilcileridirler?
Hangi çevrelerden oy aldıklarına baktığımızda bunu az çok anlayabiliyoruz…
Fakat acaba, CHP’nin varsaydığımız laik, cumhuriyetçi, aydınlanmacı ideolojisinin ekonomi dilindeki karşılığı nedir?
Bu partimiz hangi sınıfsal, ekonomik ve hatta ideolojik örgütlenmelerle bir kan dolaşımı içindedir?
Bu sorunun net bir yanıtını verebilecek olan var mı?
Aynı soru aynı biçimde MHP için de sorulmalıdır.
Bu partilerin her ikisinin de yok edilmekte olan küçük esnafla, köylülükle, ulsal sermaye çevreleriyle, onların örgütleriyle, örgütlenme sorunları ve kaygılarıyla bağlantıları nedir, ne durumdadır?
Soldaki parti örgütlenmelerine bakalım… Doğal olarak işçi sınıfıyla, yine küçük esnafla, köylülükle, orta tabakalarla sımsıkı bağlantıları olması gerekmez mi?
Böyle bir bağlantının varlığından söz etmek olası mıdır?
Kürt siyasal hareketi ise tam anlamıyla demagojik bir milliyetçiliğin, ayakları yerde değil havada bir ideolojinin savunucusu görümündedir
Bu hareketin, temsil eder göründüğü yoksul emekçi yığınlarının günlük yaşam sorunlarına ilişkin herhangi bir girişimleri olduğunu; milliyetçi ideolojinin yaşama geçirilme çabası dışında bir çabaları bulunduğunu bilen var mı?


***
Cumhurbaşkanı adaylığı konusundaki tartışma ve çekişmelerde,
partiler ve ideolojileri konusu irdelenip aydınlığa kavuşturulmadan sağlıklı sonuca ulaşılması olanaksızdır….
Bu gün ülkemizde yaşanmakta olan bu türden tartışmaların tümünün, gerçekten de “çatı”da yapılan ideolojik savaşlar olduğunu, sınıfsal ve ekonomik tabandan yoksun bulunduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz…
Buna bağlı olarak da, ülkemizdeki siyasal partilerin gerçek anlamıyla siyasal parti olmaktan çok, kendi içlerinde de fraksiyonları bulunan birer siyasal klik oldukları pekâlâ söylenebilir…
Gericiliğe, bölücülüğe, emperyalizme karşı güç birliği ve savaşım ise, ideolojileri ne olursa olsun kliklerle, fraksiyonlarla değil; ekonomik, sınıfsal tabana oturmuş gerçek siyasal örgütlerce yapılırsa kalıcı ve sonuç alıcı olabilir…
-----------------------------------------------------------------------------------
Sevgili okurlarımdan cumartesi köşem için birkaç yazılık izin istiyorum.




Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/280614

21 Haziran 2014 Cumartesi

GÜÇ ZAMANDA AKIL VERMEK


Köşe yazarının sorumluluğu, sağduyusu, öngörüsü, cesareti, güvenirliliği tam bu noktada önem ve anlam kazanıyor.
Kolay zamanda akıl vermek kolaydır.
Seçenekler belirginken, doğru ve yanlış arasında yapılması gereken seçim açıkça görülmekteyken, akıl vermeye zaten pek gerek de yoktur…
Fakat doğrunun ve yanlışın birbirine karıştığı, neyin doğru neyin yanlış, bazı durumlarda da hangisinin daha az doğru ya da daha az yanlış olduğu birbirine karıştığında, kafalar da ister istemez karışacaktır…
Cumhurbaşkanlığı konusundan söz etmekte olduğumu kuşkusuz anladınız…
Tam olarak böyle bir noktadayız…
***
Bu gibi durumlarda doğru ve nesnel bir karara ulaşabilmek için, insan hem olayların doğru, sağlıklı bilgisine sahip olmalı, hem de kendi kişiliğini iyi tanımalı, hangi durumlarda nasıl karar veren bir kişililiğim var sorusunu dürüstçe yanıtlayabilmelidir…
Verilecek karar bütün bunların bileşkesi olarak ortaya çıkacaktır…
CHP-MHP’nin çatı adayı açıklandığında ve sonrasındaki süreçte, elden geldiğince düşünüp araştırdım…
Doğru yanıtı bulmaya çalıştım…
Şimdi sevgili okurlarımı birlikte düşünmeye çağırıyorum…
***
İstanbul’da 13 Kasım tarihli toplantıda, aday saptanırken soldaki oyların çantada keklik görülmemesi gerektiğini öncelikle belirtmiştim…
Geçen haftaki yazımda da tekrarlamıştım bu uyarımı…
Nitekim çatı adayının açıklanışından sonra hoşnutsuzluk seslerinin, ağır eleştirilerin bu kesimlerden yükseldiğini görüyoruz…
Peki bu aşamadan sonra neler olabilir?..
Sayın aday şu ya da bu nedenle adaylıktan çekilir mi?
Ya da söz konusu partiler ondan vazgeçerek başka bir aday arayışına mı girerler?...
İlk seçeneğin gerçekleşebileceği akla gelse de, ikincisi kanımca olanaksızdır…
Yine bu aşamada asıl soru ise şudur: Söz konusu aday şu ya da bu nedenle çekildiğinde ne olacak?
Yanıtım, sonucun tam bir kargaşa, çıkışsızlık ve bu aşamadan sonra yeni aday kim olursa olsun kesin bir yenilgi olacağıdır…
***
Açıklanan çatı adayının kişiliği konusunda ayrıntılı görüş bildirmeye kendimi yetkili görmüyorum.
Çünkü birey ve akademisyen kişiliğine ilişkin gerektiğince bilgi sahibi değilim.
Buna karşılık kendisine yöneltilen eleştirileri yeterince haklı ve inandırıcı bulmuyorum.
Söz konusu kişiyi her şeyden önce ve her şeyden daha önemli olarak, dürüst, kişisel ve akademik yaşamı bakımından lekesiz bir insan olarak görüyorum.
Böyle bir kişiliği, hırsızlığın, yolsuzluğun, ahlâksızlığın ayyuka çıktığı bir ortamda, AKP’nin de cumhurbaşkanı adayı olabilirdi diye nitelemek, kanımca çok büyük bir haksızlıktır…


***


İdeal bir cumhurbaşkanı adayı ile mi karşı karşıyayız?
İdealden neyi anladığımıza bağlı…
Ben kendi cumhurbaşkanı adaylarımı geçen haftaki yazımda sıralamış, bunlardan kimin ya da kimlerin günümüz koşullarının ideali olduğuna ilişkin düşüncemi de belirtmiştim…
Açıklanan sayın adayın ilk anda pek çok kişi gibi bende de hayal kırıklığı uyandırdığını gizleyemem…
Fakat düşündükçe büsbütün yanlış bir seçim olmadığını, günümüzün idealine çok da ters düşmediğini duyumsuyorum…
Tam bu noktada, yazının girişinde değindiğim gibi, bizim, kendimizin ciddi bir özeleştiriye gereksinimimiz olduğunu düşünüyorum…
Akılcı ve uzlaştırıcı olmaktan çok, kendi düşündüklerimizin başarısı için ne olursa olsuncu bir yaklaşımımız var.
Gemileri bir anda yakmaya eğilimliyiz…
Yanı sıra da ülkemizi, insanımızı iyi tanımıyoruz.
Toptancı reddedişlere, ya da kabullenişlere yatkınız…
Bizim inanışlarımıza, örneklerimize, modellerimize uygun olmayarak da doğru dürüst insan olunabileceğini pek anlayamıyor, kabul edemiyoruz…
Sonuç olarak söyleyeceğim şudur: Her türlü hesaplaşmayı , ideolojik kapışmayı sonraya bırakarak, şu anda yapılması gereken, ahlâksızlığa, hırsızlığa, savaş kışkırtıcılığına, cinayet destekçiliğine,alçaklığın ve ülke düşmanlığının görülmedik boyutlara ulaşmasına karşı, bütün namuslu insanların sağduyulu davranması, iyi düşünüp taşınması,inatlaşma yerine kenetlenmesi, bir birine omuz vermesidir…

Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/210614



BALYOZ TUTSAKLARINI SELAMLIYORUZ.



SIRA HUKUK KATİLLERİNİN CEZALANDIRILMASINDA.

15 Haziran 2014 Pazar

ÇOK BİLİNMEYENLİ DENKLEM


Gecikirsem yetiştiremeyeceğim kaygısıyla, bu yazıya CHP'nin cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda Sivil Toplum Kuruluşu temsilcileriyle yaptığı toplantı sırasında başlıyorum...
Toplantının yaklaşık olarak ikinci saati içindeyiz...
Şu ana kadar yapılan konuşmalarda genellike , ideal bir cumhurbaşkanının ne gibi özelliklere sahip olması gerektiği vurgulandı.
Bunlar özet olarak,laiklik, cumhuriyet ve demokrasi değerlerine saygılı, insanlar ve inanışlar arasında ayrım yapmayan, ülekmizi başka ülkelerde de temsil etmeye yetenekli bir cumhurbaşkanını tanımlayan özelliklerdir...
Bu toplantıda bulunan konuşmacılar arasında bu konuda bir görüş ayrılığı olamayacağı kuşkusuz... Fakat aralarında benim de bulunduğum bazı konuşmacılar, bunların yanısıra ve bunlardan daha çok, pratikte nasıl bir cumhurbaşkanı adayının seçilme şansına sahip olduğu konusu üzerinde durduk...
Daha çok sanat çevresinden arkadaşların görüşlerine değinecek olursam, Rutkay Aziz pratikteki soruna ilişkin olarak düşüncesini “Halkın nasıl bir cumhurbaşkanı istediğini biliyor muyuz?” sorusunda özetledi...
Bu gibi toplantılarda konuşmayı pek sevmeyen Tarık Akan, kulağıma, ideal cumhurbaşkanın nasıl olması gerektiği konusunda genellikle aynı şeylerin tekrar edilmesinden duyduğu sıkıntıyı fısıladı...
Edip Akbayram aynı sıkıntıyı duyduğunu,,pratik önerilere bir an önce geçilmesi gerektiğini vurguladı.
Konuşmamda ben, cumhurbaşkanının halk oyuyla seçilmesinin demokrasi görünümlü bir tuzak, mevcut başbakanın başkanlığı için düzenlenmiş bir demokrasi aldatmacası olduğunu söylemiştim...
Emre Kınay bu seçimin cumhurbaşkanı değil devlet başkanı seçimi olduğu algısına ve tehlikesine dikkat çekti...
Orhan Kurtuldu, Orhan Alkaya, Tamer Levent, Reis Çelik, başkaca koınuşmacılar üzerinde düşünülüp değerlendirilmesi gereken görüşler dile getirdiler...
Bunları yazarken bir yandan da konuşmalara kulak veriyorum.. Şu anda konuşmakta olan Yavuz Top aynı aldatmacının ve içerdiği tehlikenin altını çiziyor...
CHP yönetimi bü,tün bu görüşlerden kuşkusuz yararlanacaktır...
Fakat sayın Kılıçdaroğlu'nun toplantıyı açış konuşmasındaki bir sözü korkarım ki şu ana kadar tam olarak anlaşılmış değil:
Olabildiğince uygun bir aday..”
Çok bilinmeyenli denklemim çözümünün anahtarı da sanırım bu cümlededir...
Hepimizin kalbinde, gönlünde, bir değil, birden fazla cumhurbaşkanı adayı olduğu kuşkusuz...
Fakat acaba kim, hangi aday, cumhuriyet düşmanlığı karşıısında daha çok kazanma şansına sahip olabilir?
Daha açık bir deyişle, kafamızdaki, gönlümüzdeki ideal adaydan çok, olabişldiğine uygun(bu demektir ki aynı zamanda kazanma şansına en çok sahip) bir aday üzerinde görüş birliğine varılması gerekiyor..
Yazımı bilgisayara geçirmek ve devamını yazmak üzere toplantıdan ayrıldığımda, “olabildiğine uygun aday” konusunda henüz bir sonuca ulaşılmamıştı...
Dinleyebildiğim ve dinleyemediğim bütün konuşmacılara saygımla, yazımı konuşmamda özetlediğim görüş ve önerilerimle sonuçlandırayım...
Başında Cumhuriyet Halk Partisinin olacağı muhalefet cephesinin(bu demektir ki, laik, cumhurtiyetçi, aydınlanmacı Türkiye cephesinin) cumhurbaşkanı adayı:
Öncelikle sol ve sosyal demokrat seçmene ters düşmeyecek biri olmalıdır.
Şoven olmayan MHP tabanında, kökten dinci olmayan dindarlarda, her inançtan yurttaşlarada güven ve sempatri uyandırmalıdır.
Merkez sağ, liberal kesimlerle yakınlığı bulunmalıdır.
Kendi partilerinden rahatsız AKP üst ve alt kesimleri de buna dahildir...
Halk insanına yakın bir kimliğe sahip olmalı, özellikle ekonomi alanında donanımı bulunmalıdır...
Enerjisi ve samimiyetiyle gençliği, kadın ve erkek her yaştan seçmeni etkilemelidir...
Kendisini kürt olarak tanımlayan seçmene de açık, samimi mesajlar vermeyi başarmalıdır...
Toplantıda bulunduğu m sürece dile getirilen adayların (Y.Büyükerşen,H.Çetin, S.Selçuk,R.Türmen,A.Şener,A.Çelikel) her biri nin seçkin kişiler olduğu kuşkusuz.
Bu isimlere kuşkusuz(H.Cindoruk,M.Feyzioğlu, E.Ü.Tarhan, M.Yavaş vb...) başka saygın adlar da eklenebilir, eklenmiştir de...
Toplantıdan ayrılmadan önceki ikinci kısa konuşmada da dile getirdiğim gibiş benim yukarıda saydığım özelliklere çok uygun olduğunu düşündüğüm bir “olabildiğince uygun” adayım da sayın İlhan Kesici'dir...



Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/130614

8 Haziran 2014 Pazar

İTALYA NOTLARI(II)




İtalya Notları’nın ilkinde bu hafta Bologna, Floransa ve Roma gezilerimden söz edeceğimi yazmıştım.
Trenle Bologna’ya yaklaşırken dikkatimi çeken, ülkenin en önemli sanayi kentlerinden birinin çepeçevre yeşilliklerle kuşatılmış oluşuydu.
Fabrika kurmanın doğayı yok etmek anlamına gelmemesi gerektiğinin bir örneği…
Bologna bunun yanı sıra sadece İtalya’nın değil bütün Avrupa’nın en eski üniversitesine sahip… Dante’nin, Erasmus’un, Kopernik’in burada öğrenim gördüğünü düşünmek baş döndürücü… Hafiften bir yağmur altında dolaştığım sokaklardan bin yıl kadar önce bu efsanevi kişilerin üniversite öğrencileri olarak geçmiş olduklarını düşünmek zaman algısını değiştiriyor…
Şiir severlerin buluşma yerlerinden “Cafe Cafe Spazio 100300”deki şiir dinleti ve kitap imzasından sonra aynı gün hareket ettiğimiz Floransa’ya girerken gece olmuştu.
Ertesi gün birkaç saatliğine gezebildiğim, nüfusunun 1 milyon olduğunu öğrendiğimde şaşırdığım bu çok ünlü kenti, küçük fakat çok değerli bir mücevher olarak tanımlayabilirim…
Leonardo’nun, Michelangelo’nun, Dante’nin kenti…
Bir gün önce internetten nereleri gezmem gerektiğini ayrıntılarıyla not etmiştim…
Fakat kısıtlı zamanın yanı sıra müze önlerindeki turist kuyrukları buna olanak vermedi…
İtalya’ya gelecek yolculuğumun ilk uğraklarından biri Floransa olacak…
Tıpkı çok sevilen bir şiir gibi,akılda tutulması, ezberlenmesi gereken bir kent Floransa….
Ve Roma…
Kaldığım birkaç gün içinde elden geldiğince gezip görmeye çalıştığım Roma, en eski ve en yeni yaşama kültürlerinin bir laboratuarı…
Dikkati ilk çeken, kültürel mirasın korunmuş oluşu…
Roma’da hem Rönesans ve daha önceki zamanların İtalya’sını, hem herhangi bir çağdaş kent yaşamının sunduklarını, aralarında bir kopukluk olmaksızın, bir arada yaşıyorsunuz...
Bu bakımdan Paris’e, bizim İstanbul’umuza benziyor olsa da, Roma’daki bu eski ve yeni sentezi bana daha zengin ve daha doğal göründü…
Kendisi zaten bir müze kent olan Roma, aynı zamanda da bir müze cenneti…
Sadece Vatikan müzesini gezip görmeye saatler değil günler yetmez…
Yontuların bulunduğu salonu gezerken, insan bedeninin çıplaklığıyla o anda içinde bulunduğum dinsel ortam arasındaki ilişkiyi düşündüm…
Çarmıhtaki çıplak İsa imgesi bütün Rönesans öncesi, Rönesans ve sonrası sanatının günümüze kadar en esinleyici kaynağı olmalı…
Bedenden ve çıplaklıktan korkunun ise, sanatı, kültürü,bütün bir yaşamı, geçmişimizden günümüze nasıl yoksullaştırmış olduğu yeterince göz önünde…
Roma’da, Cassa della Literatura adlı kuruluşun salonunda kitabım için düzenlenen toplantı, hem kendim, hem edebiyatımız, hem ülkemiz bakımından, yaşamım boyunca benim için en gurur verici olanlardandı…
Bu toplantı için Roma yakınlarında yaşadığı kentten elinde bir bavul dolusu kitabımla gelen yayıncım Raffaelli, bu yolculuğun mimarı Zingonia ve genç İtalyan şair Daniele Mencarelli uzun denebilecek konuşmalar yaptılar…
Kendi dilimizde okuduğum şiirlerimin İtalyancalarını seçkin tiyatro sanatçısı Marina Beneditto duyguyla ve sevgiyle okudu…
Toplantı(önce İtalyancası okunan) “Yaşadıklarım…”ı, sanki kendi ülkemizin dinleyicilerine okuyormuşum gibi de kendi dilimizde okuyuşumuzla sonuçlandı ve alkışlar dakikalarca sürdü…
Ve tıpkı kendi ülkemizdeki gibi uzun bir kuyruk oluştu “Non Scordati Di Amare”(Aşkı Unutma) adıyla yayınlanan İtalyanca şiir kitabımı imzaladığım masanın önünde…
İtalya Notları’nı şimdilik burada kesiyorum. Bu ülkeye ilgim ve bu ülkenin şiir sever insanlarıyla, İtalyan şair dostlarımla ilişkilerimiz belli ki hiç eksilmeyecek …



Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/080614

7 Haziran 2014 Cumartesi

BALYOZ KİTAPLAR


Halkımızın askere ve subaya sevgi duyduğu, asker ocağı diye adlandırılan ordunun yakın zamanlara kadar en güvenilir kurumların başında geldiği bilinen bir gerçektir.
Sadece geçen yüzyıldan günümüze yaşanan nice acılara karşın askerlik kutsal bir kurum olarak görülmüş, ülkenin en sıkıntılı zamanlarında subay üniforması bir kurtarıcı olarak algılanmıştır.
Türkiye’de ordunun bu özel konumu nereden geliyor?
Öncelikle Osmanlı’nın son yüz yıllarından başlayarak bütün aydınlanma girişimlerinde öncülüğünden.
İlerici, aydınlanmacı eğitimin subay yetiştiren okullarda başlamasından.
Kurtuluş savaşımızın başarısını, Cumhuriyetin ve ulus devletin kuruluşunu orduya, askere, yurtsever subay kadrolarına borçlu oluşumuzdan.
Bütün bu başarıların önderinin bir asker oluşundan…
Öyle sanıyorum ki çok az ülkenin tarihinde ordunun ve askerin bunca özgün ve önemli yeri vardır.
12 Mart ve 12 Eylül süreçlerinde ordu eliyle yaşatılan zulme, bu kurumdan çıkmış üniformalı cellatlara karşın ordunun saygınlık ve güvenirliğini koruması bu nedenledir.
***

Fakat günümüz siyasal iktidarınca ve arkasındaki emperyalist destekle Türk ordusunun bu gün içine düşürülmüş olduğu durum, içler acısı ve onun da ötesinde ülkenin yok edilmesi yönünde tasarlanıp uygulamaya konulmuş çok belirleyici bir adımdır.
Bu gün Türkiye’de haklı ya da haksız “ordu vesayeti” denilen şeyin izi kalmamış, buna karşılık ülke bir polis devletine dönüştürülmüştür.
Ordu polisin karşısında çok daha güçsüz konumdadır ve her ikisi birden ülkenin hizmetinde olmaktan çok daha fazla günümüz siyasal iktidarının emir kulu durumundadır…
Şimdi tasarlanan, hiç kuşkusuz, askeri okullardaki ilerici, aydınlanmacı, yurtseverci eğitimin ortadan kaldırılarak, ordu kadrolarının da polisleştirilmesi ve imam hatipleştirilmesidir…


***
Balyoz” diye adlandırılan “kumpas”ta yaşatılan ve yaşatılmaya devam edilen adaletsizlik, zulüm ve işkence, ancak bu görüş açısından bakıldığında anlaşılabilir.
Kısa süre önce yaşamını cezaevinde yitiren kurmay albay Murat Özenalp’in eşi Semra Özenalp, birkaç gün önce kendisiyle yapılan söyleşide(Aydınlık, 4 Haziran) bu gerçeği şöyle dile getiriyor: “Ne kadar güvenilir, yurtsever insan varsa, hepsini zindanlara attılar.” İçinde en ufak bir vicdan kırıntısı olan herkesi duygulandırması, utandırması, isyan ettirmesi gereken konuşmasında sayın Özenalp, yurtsever subaylara karşı işlenen bu suçun onların ailelerine, çocuklarına karşı da işlenmiş olduğunu belirterek sözlerini şöyle tamamlıyor:
Zindanlardaki yurtseverlerin hepsi çıkıncaya kadar Balyoz bizim hayatımızdan çıkmayacak…”
Sevgili Semra Hanım, sadece sizin, sizlerin değil, hiç birimizin, insanım demek hakkına sahip olmak isteyen hiç kimsenin hayatından çıkmayacak, çıkmamalı…


***
Balyoz tutsakları, birbiri arkasına, alçaklığın, yasa tanımazlığın, vicdansızlığın, ülke düşmanlığının başına balyoz gibi inen kitaplar yayınladılar,yayınlamaktalar… Bu kitaplardan her biri, yapılan haksızlıkları, ülkeye ve ordusuna karşı bu günkü siyasal iktidarca ve ortaklarınca işlenen suçları, kanıtlarıyla, bire bir tanıklıklarla gözler önüne seriyor. Yazarlarını ve bütün Balyoz tutsaklarını saygıyla, sevgiyle selamlayarak, bana onur veren imzalı ithaflara ayrıca teşekkür ederek, gözden kaçırmış olabileceklerimi daha sonra eklemek üzere Balyoz Kitaplar’ın bir listesini veriyorum:
Türk Ordusuna Balyoz(Emek.org.Ergin Saygun/Kaynak Yayınları), Hedefteki Donanma(Em.tümgeneral Cem Gürdeniz,Kırmızı Kedi Yayınları) Paşa Paşa Yatacaksınız( Albay İkrami Öztorun,Bilgi Yayınevi), Kapı(roman, Deniz kurmay yarbay Cem Okyay,Kırmızı Kedi Yayınları),Yeniden Kazanmak(Em.Tümgeneeal Soner Polat, Kaynak Yayınları),Vatan Nasıl?(Deniz kurmay Albay Yusuf Afat,IQ Kültür Sanat Yayıncılık), Er Mektubu Görülmüştür(Kırmızı Kedi Yayınları).
Bu listeye sayın İlker Başbuğ’un yapıtlarını ve Tuğamiral Turgay Erdağ’ın “Sözümü Tutuyorum” adlı çalışmasını eklemek gerekiyor…
Bir başka yazımda dile getirdiğim gibi, bizler yaralarımızı iyileştirmeyi başarırız. Alçaklar ise sonsuza kadar alçak olarak kalacaklar… Özellikle de bu kitapların yadsınamaz tanıklığında….




Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/070614