28 Nisan 2018 Cumartesi

SIRADAN BİR CUMARTESİ YAZISI



Perşembe gecesi Trabzon’da bir otelde yazıyorum.
1967’de yedek subaylığımın bir yılını yaptığım bu şehrimize sonralarda da birkaç kez, belki daha da çok gelmişliğim var.
Fakat o yıllardan tanıdığım hemen hiçbir şey kalmamış.
Hiç kimse değil, hiçbir şey.
Örneğin, sanırım o da kitap fuarı ya da benzer bir kültürel etkinlik için gelmiş olan Attila Aşut kardeşimle, bu şehirde sanki yine elli yıl önceki iki delikanlıyız... Yılların etkisi kaçınılmaz; fakat ruhlarımızda, kişiliklerimizde, elli yıl öncesinin Türkiye işçi Partili gençlerinin enerjisi, diriliği, duygululuğu, mizahı, iyimserliği, adanmışlığı capcanlı, yerli yerinde…
Şehirlerimizi mahvetmede; mimariyi, tarihi, yaşanmışlığı, doğayı bozmada, yok etmede ise, bütün ülkeler arasında ön sıralarda olduğumuzdan kuşku yok...
Akşamüstüne arkadaşlar arabayla Trabzon’u gezdirirken kendimi “Yiğitler Yiğiti ve Uçan At Masalı”nın kahramanı gibi hissediyordum. “Ölümsüz yaşam ve sonsuz gençlik” ülkesine ulaşmayı başaran delikanlı, özlem duygusunu alt edemeyerek anayurdunu bir kez olsun görmek için aynı yollardan geri dönerken farkında olmaksızın yaşlanmaktadır. Çünkü o ölümsüzlük ülkesindeyken yüzlerce ,belki binlerce yıl geçmiştir . Gelirken geçmiş olduğu yerler de şimdi bambaşkadır. Rastladığı kimselere şaşkınlık içinde sorduğu sorulara aldığı yanıtlar, giderek ak sakallı bir dedeye dönüşmekte olan bu garip yolcuya yönelik alaylardır… Gerçi sözünü ettiğim arkadaşlar benimle alay etmediler ama, ne askerliğimi yaptığım kışlayı, ne kaldığım evleri bulabildim. Sadece kendilerinin değil yerlerinin bile yerinde yeller esiyordu….
***
Sıradan Cumartesi yazısına Cuma sabahı devam ediyorum…
Sabah dediysem şu anda 06.30.
Kaldığım odanın penceresinden, hemen karşımdaki muhteşem, aynı zamanda da zarif ağacı gördüm…
Odam altıncı katta, ağacın yüksekliği pencerenin hizasını da geçiyor…
Çınar mı desem?.. Ziraat mühendisi çocuğuyum ama, ağaç türlerini doğru dürüst öğrenmemiş olduğuma hep hayıflanırım…
Emin olamadığım için “resepsiyon”daki çocuğu aradım…
Sorumu anlamadı önce, “bir şey mi içmek istiyorsunuz, tam anlayamadım…” dedi.
Tekrar sorduğumda “bilmiyorum maalesef” diye üst üste birkaç kez yineledi içtenlikle…
Herhalde, kim bu deli diye düşünmüştür, sabahın köründe ağacın türünü merak eden...
Beni hemen anlamayışının bir nedeni, belki de asıl nedeni ise , sesimin hayatımda ilk kez olarak işitilemeyecek kadar kısılmış olması…
Bir kaç gün önceki üşütme sonucunda dün sabah başladı bu kısıklık, giderek arttı…
Geceden beri zencefil vb. derken şimdi neyse ki açıldı biraz…
Sesinden bize ne demeyin, sıradan bir yazı diyerek baştan uyarmıştım sizi…

***
Dün kitap fuarına gelmeden önce “Affan Kitapçıoğlu” lisesinin beni heyecanla bekleyen sevgili öğrencileri ve öğretmenleriyle buluştum. Üç gitar ve bir bateriden oluşan öğrenci topluluğunun sunduğu “Bu Aşk Burada Biter” –kesinlikle abartmıyorum- ustalarla yarışabilecek nitelikteydi… Bir genç kızımızın okumak için “Eski Nisan”ı seçmiş olması ve başarıyla yorumlaması ise bir başka güzellikti… Ben de kendi payıma, kısık sesle yaptığım konuşmamın arasına birkaç şiir serpiştirmekten de geri kalmadım… Ardından uzayıp giden imza kuyruğu, hemen sonrasında da fuar ve orada da her zamanki gibi çoğunluğunu genç kızlarımızın oluşturduğu sevgili okurlarımla imza, söyleşi, fotoğraflar vb….
***
Gece bir TV kanalında bir CHP yöneticisi, cumhurbaşkanı adaylarının sözü edilen üç kişiden daha başka biri olacağını söylüyordu… Uykumun kâbusa dönüşmesi yine kötü bir sürprizle karşılaşma korkusundandı belki… Rüyamda üstelik sevgili sarmanım “Oğluş” kaybolmuştu… Sabahleyin tam da sözünü ettiğim ağacın yakınından bir sarmanın geçmekte olduğunu görünce ferahladım biraz… Bugünkü üç okul ziyaretine daha çok hazırım şimdi…

Ataol Behramoğlu/Cumartesi/280418

25 Nisan 2018 Çarşamba

HUKUK AHLÂK VİCDAN…



Yanlarına akıl, insaf, sağduyu vb.. daha başkaları da eklenebilecek bu sözcükleri ardı ardına sıralamakla yapmak istediğim, daha doğrusu sormak istediğim , üzerlerinde fazla düşünmeden de aralarında yakın ilişki, özdeşlik olduğunu anlayıp hissettiğimiz bu kavramların birbirine aykırı olup olamayacağıdır…
Hukuk adına yapılan işlemler, uygulamalar,çıkarılan yasalar, bütün bu kavramları yok sayarak, onları aşağılayarak, değersizleştirerek gerçekleştirilebilir mi?
Diyeceksiniz ki ülkemizde yapılmakta olan zaten bu…
Ben de zaten tam olarak bunu söylemek istiyorum…

***
Parlamenter sistemi ortadan kaldırmaya yönelik anayasa oylamasının en temel insan haklarına, dolayısıyla da hukuka aykırı olduğu, aralarında benim de olduğum köşe yazarları tarafından çok kez dile getirildi.
Kamuyu yoklamak için ya da bir başka amaçla yapılabilecek sıradan bir ankette sorulabilecek herhangi bir soru, sonucu yasa olacak bir halk oylamasının konusu olamaz denildi….
Daha da özetle, köle ve kul olarak mı, özgür yurttaşlar olarak mı yaşamak istersiniz gibi –sonucu yasalaşacak- bir sorunun, evrensel insan haklarına, hukukun en temel ilkelerine aykırı olduğunu ben kendi payıma yazılarımda ve konuşmalarımda defalarca tekrarladım .
Bu nedenle de, bu gün fiilen yaşanmakta olan siyasal yönetim biçiminin hukuk dışı olduğunu düşünmeyi sürdürüyorum…
Şimdi ise, hukuka, ahlâka, vicdana, akla, insafa, sağduyuya…. aykırı; bütün bunlarla ve bu ülkenin yurttaşlarının bütün bu kavramlara ilişkin değerleriyle alay edercesine yeni bir durumla karşı karşıyayız…
Oldu bittiyle, yangından mal kaçırırcasına, neredeyse birkaç gün sonra denecek kadar yakın bir tarihe alınan seçimlere, bilmem hangi yasanın hangi maddesi gereğince, topluma mal olmuş, seçimin ve ülkenin kaderini değiştirecek İyi Parti katılamazmış…
Böyle bir şeyin değil gerçekleşmesini, düşüncede kabul edilmesini bile yukarıda sıraladığım bütün değerlere hakaret, insanlığımızla alay edilmesinin kabulü ve despotizme boyun eğiş sayarım…
***
Bu satırları yazmakta olduğum Cuma günü akşamına kadar yönetici kişilerden ve çevrelerden bu konuda henüz bir açıklama gelmedi, ya da ben rastlamadım.
Umarım gelmeyecektir, gelmesin…
Buna karşılık, sözünü ettiğim partinin yöneticilerinin açıklamalarını gördüm.
Ümit Özdağ, İyi Partinin katılamayacağı bir seçim meşru olamaz diyor. Benim de tam olarak düşündüğüm budur.
(Bu parti benzer gerekçelerle Saadet, HDP ya da herhangi bir başkası da olsa aynı şeyi düşünürdüm. Örneğin HDP’ye yapılanlar zulümdür.)
İyi Partinin Genel Başkanının ise Fethiye’deki bir halk buluşmasında söylediklerinin özetini Yeni Çağ gazetesinin manşetinde gördüm. Yasayla kendi keyiflerince oynayarak partisini seçime sokmamaya kalkışabilecek olanları
şöyle uyarıyor sayın Akşener: “Gök kubbeyi başınıza yıkarım!”)
***
Sayın Meral Akşener, partiniz henüz kurulmadan sizinle ilgili yazdığım, sayısız ve ölçüsüz eleştiri ve hakarete yol açan yazılarımdan birinde en çok eleştiri alan cümle ise, solda bir arkadaşınız olarak karşılaşacağınız bütün güçlüklerde yanınızda olacağımdı…
Aynen ve şimdi bu durumda daha da önemle, özellikle tekrar ederim:
Gözüpek ve kararlı tutumunuzu alkışlıyor; despotların ve despotizmin bütün oyunlarına, tehditlerine karşı, solda bir arkadaşınız olarak yanınızda olmaya devam ediyorum…
Ölçü dışına çıkmadığı için en çok öngörüsüzlük olarak kabul edilebilecek eleştirilerin çok ötesinde, bana o sırada henüz kurulmamış olan partinizin genel başkan yardımcılığını bile yakıştıran, densiz, şuursuz, erdemsiz kişilerin kendileriyle tutarlı olmaları için şimdi yapmaları gereken ise, herhalde despotların ve despotizmin yanında saf tutmak olmalıdır.

Ataol Behramoğlu/Cumartesi/210418

7 Nisan 2018 Cumartesi

BAŞKOMUTAN ERDOĞAN…(*)



Bu yılın Mart ayında Sefer Çetinkaya imzalı uzunca bir elektronik mektup almıştım. “Hitler Dönemi Almanyası-Erdoğan Dönemi Türkiyesi” başlıklı bu ilginç mektuptaki( daha doğrusu inceleme yazısındaki) bazı görüşleri az önce bilgisayarımda bir kez daha gözden geçirirken sizlerle de paylaşmak istedim.
Sayın Sefer Çetinkaya, Hitler dönemi Almanya’sına ( özellikle de Nazi partisinin iktidar ve Hitler’in tek adam oluşuna) ilişkin bilgileri “Hukuk profesörü Andreas Schwartz’ın gözetiminde 1948’de yayımlanan ‘Hitler’ adlı kitaptan derlediğini belirtiyor…
Benzerlikler konusuna girmeden, dikkatimi özellikle çeken bir sözcükle, “başkomutan” sözcüğüyle başlayayım…
Cumhurbaşkanı Hindenburg’un 1934’de ölmesiyle, başbakan Hitler Cumhurbaşkanlığı görevini de üstleniyor ve böylece Alman ordusunun “başkomutan”ı oluyor…

***
Doğrusu, başbakan Erdoğan’ın yakın gelecekteki olası cumhurbaşkanlığı ile birlikte, aynı zamanda da Türkiye ordusunun başkomutanı olacağı aklıma gelmemişti… Ya da bunu bu sözcüklerle düşünmemiştim…
Anayasa’nın ilgili bölümüne baktım. Cumhurbaşkanının görev ve yetkilerinin sıralandığı 104. maddede, şu cümleler de yer almakta: “Türkiye Büyük Millet Meclisi adına Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Başkomutanlığını temsil etmek, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kullanılmasına karar vermek, Genel Kurmay Başkanı’nı atamak…”
Böylece Erdoğan’ın olası cumhurbaşkanlığı’nın bir başka boyutu, yaratabileceği bir başka sorun daha ortaya çıkmış oluyor:
Cumhurbaşkanı, ordu ilişkisi…
Daha açık bir deyişle, Türkiye ordusu ile bu ordunun olası başkomutanı Erdoğan arasında “emir-komuta” ilişkilerinin doğurabileceği sorunlar…
***
Şimdi, sözünü ettiğim elektronik mektupta örneklenen koşutluklardan bir bölümüne göz atalım:
1929 Dünya Ekonomik bunalımıyla ilişkili olarak Alman ekonomisi de çöküntüde. 1932 başlarında bu ülkede işsiz sayısı 6 milyonu aşmış. Hitler başkanlığındaki Nazi Partisi bir “toplumsal öfke ve kaos ortamında” 6 Kasım 1932 seçimleri için alanlara çıkmaya hazırlanıyor…
Hitler, Alman gazetelerin tümüne yakınını elinde bulunduran 6 patronla yaptığı görüşmelerde, 6 Kasım seçiminde partisinin desteklenmesi karşılığında, iktidara geldiklerinde patronların kredi ve faiz borçları ile devlete olan vergi borçlarının silineceği vaadinde bulunuyor ve istediği desteği fazlasıyla elde ediyor…
Bir başka ilginç nokta ( Naziler tarafından meydanlarda yakılan “Hitler’in Yolu” adlı bir kitabın yazarı) Demokrat Parti milletvekili Theodor Heuss’un, Hitler’in yükselişine karşı demokrasi güçlerini birleştirme çabalarının başarıya ulaşamayışı…
Nazizimin yıkılışından ve savaşın sona ermesinden sonra Alman Federal Cumhuriyeti cumhurbaşkanlığına seçilecek olan öngörülü devlet adamı ve aydın Theodor Heuss 5 Haziran 1933’te demokrasiden yana bütün partileri bir toplantıda buluşturarak her partinin bütün seçim bölgelerinde seçime girmemesi, hangi parti hangi seçim bölgesinde en güçlüyse öteki partilerin onu desteklemesi önerisinde bulunuyor…
Fakat bu toplantı, katılımcıların siyasal hırsı, körlüğü, bencilliği ve öngörüsüzlüğü sonucunda ne yazık ki bir demokrasi cephesi kurulamadan ve bir seçim ittifakı gerçekleştirilemeden dağılıyor…

***
Bu günün başbakanı, geleceğin olası cumhurbaşkanı ve böylece de Türkiye ordusunun olası başkomutanı Erdoğan’ın geçen hafta AKP kurultayında yaptığı konuşma, “demagoji” denilen şeyin örnekleriyle bir kez daha dolup taşıyor…
Erdoğan sesinin en üst perdelerinden, Irak’taki Amerika’ya ver yansın ediyor…
Hani demokrasi getirecektiniiiizz…”diye yırtınıyor…
Sanırsınız bir yol kazası olmayıp da mahut “teskere” kabul edilmiş olsaydı Irak’a Türk ordusunu göndermeye can atan kişi o değildi…
Sanırsınız bu Erdoğan, Irak’a asker gönderilmemesi için savaşım verenlerin en başında gelmekteydi…
Söylenilen sözlerdeki tutarsızlıkların yanı sıra, ses tonundaki iniş çıkışların ve “hitabet”teki beklenmedik yön değişimlerinin yapay ve sağlıksız grafiği ise benim gibi başka birçok kişiyi de tedirgin ediyor olmalıdır…
Başka da ne söylenebilir, bilmiyorum…

(*) 12 yıl önce (18.11.2006) bu sütunda yayınlanan yazımı kısaltarak bir kez daha yayınlıyorum.


1 Nisan 2018 Pazar

ADANA’DA ORHAN KEMAL GÜNLERİNDE…



Orhan Kemal’le yüz yüze karşılaşıp görüşme şansım olmadı.
1970 Temmuz’unda Sofya’da tedavi gördüğü hastanede yaşama veda ettiğinde ben sanırım Ankara’daydım.
1960-70 yılları arasında İstanbul’a genellikle tatillerde geldiğim için o süreçlerde de hiç karşılaşmadık.
Sadece bir kez sanki uzaktan fötr şapkası ve pardösüsüyle görmüş olduğumu anımsar gibiyim…
Oysa aynı kuşağın bir başka büyük yazarı Yaşar Kemal’le bir dönem kardeş-ağabey yakınlığındaydık.
Kemal Tahir’i de Asya Tipi Üretim Tarzı konferansları sırasında bir kez Ankara’da görüp dinlemişliğim var.
Orhan Kemal’le karşılaşmışlığımız, kişisel tanışıklığımız olmadıysa da, yukarıda saydıklarım da içinde olmak üzere yapıtlarıyla kuşağının bütün yazarlarından daha önce tanıdığım ve en çok etkilendiğim yazar olmuştur.
Baba Evi, Arkadaş Islıkları adlı küçük oylumlu romanlarını okuduğumda, sanırım lise öğrencisi bile değildim.
Az daha sonra okuduğum büyük oylumlu romanı Bereketli Topraklar Üzerinde’nin üzerimde bıraktığı etki ise, aynı yıllarda okuduğum Kuyucaklı Yusuf’un, Steinbeck’in Gazap Üzümleri’nin, Bitmeyen Kavgası’nın etkisinden daha az değildir.
Şimdiyse Çukurova Belediyesinin bu yıl üçüncüsünü düzenlediği Orhan Kemal Edebiyat Festivali’nin konuğu olarak Adana’dayım.
Üstelik bu yılki festivalin onur konuğu olmanın büyük onuruyla.

***
Orhan Kemal Edebiyat Festivali, Çukurova Belediye Başkanı Soner Çetin ile Çukurova Belediyesi kültür ve sanat etkinliklerinin yönetici aklı ve enerjisi olan Ufuk Tekin ve kuşkusuz bütün çalışma arkadaşlarının eseri.
Bu yılki festivalin 34 yazar ve sanatçı konuğu var.
Bu yazıyı Perşembe gecesi konukların sanırım büyük bölümüne ev sahipliği yapan Erten Otel’deki odamda yazıyorum.
Festival yarın(Cuma) Orhan Kemal Kültür Merkezinde açılıyor.Etkinliklerin bir bölümü, ne yapayım ki bu yazı yayınlandığında gerçekleşmiş olacak….
Benimle yapılacak “şiirli söyleşi”, Feyza Hepçilingirler ve öğrencilerle Sevdamız Türkçe başlıklı bir program, Taner Cindoruk’la Şiir Arası, O.Kemal’in yapıtlarından çekilen filmler konusunda yine T.Cindoruk, C.Cindoruk, Z. Doruk ve M.Vesek’in gerçekleştireceği “Gösterimli Söyleşi”, Ahmet Telli ve Cezmi Ersöz’ün “İki Kelam Bir Şiir” başlıklı etkinlikleri Cuma programları arasında…
Buna karşılık yine Cuma günü açılacak olan O.Kemal film afişlerinin sergisi; A.Telli’nin, Prof.Dr.Halûk Gökalp’in ve benim şiir sergilerimiz hem festival süresince hem de sanırım sonraki günlerde de izlenebilecek…
Cumartesi ise Doğa ve Eral Okulları öğrencileri arasında F.Hepçilingirler’in yöneteceği sosyal medya konulu bir “münazara”var.
İhsan Eliaçık ve İsmail Saymaz’ın söyleşi ve konuşmalarından sonra da festival Mazlum Çimen konseriyle sona erecek…
***
Orhan Kemal’in “Nazım Hikmetle Üç Buçuk Yıl” başlıklı Burs cezaevi anıları büyük ilgiyle ve çok şey öğrenerek okuduğum bir kitaptı.
Fakat doğrusu onun Nazım’dan önceki cezaevi yaşantısını iyi bilmiyor ya da anımsamıyordum.
Gece otelin lobisinde sevgili oğlu, değerli arkadaşım Işık Öğütçü bana bir çırpıda özetledi bu öyküyü…
Nazım Hikmet’in de tutuklandığı 1938’de Niğde’de kısa dönem bedelli askerlik yapmakta olan Orhan Kemal, komünizm propagandası ve askeri isyana kışkırtmak suçlamalarıyla beş yıl hapse mahkûm ediliyor. 1914 doğumlu olduğuna göre henüz 24 yaşındadır… Niğde, Kayseri, Adana cezaevlerinden sonra Nisan 1940’ta Bursa cezaevine naklediliyor.Nazım da aynı yıl Aralık ayında (siyatik rahatsızlığı nedeniyle) Çankırı cezaevinden Bursa cezaevine gönderiliyor…
Kader mi diyelim, iki seçkin insanın karanlık günlerine açılmış aydınlık bir pencere mi? İkisi de…
Orhan Kemalin büyük bir gerçekçi yazar olarak gelişiminde bu üç buçuk yılın ve sonrasının büyük katkısı kuşkusuzdur…

***
Festival kapsamında Bilfen Okulları Çocuk Korosu’nun konseri ve Ayça
Öztorun-Fatih Koca’nın “Görüş Günü” başlıklı filmi de yer alıyor…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi/310318