31 Temmuz 2019 Çarşamba

TAŞRADA ŞİİRİ ÖZLEMEK


         Taşra sözcüğü TDK sözlüğünde şöyle  açıklanıyor: Bir ülkenin başkenti veya en önemli şiirleri dışındaki yerlerin hepsi,dışarlık.
          Konu kültür olduğunda ve ülkemiz bakımından bu başkent İstanbul’dur.
          Toplumsal değerlerin az çok eşit olarak dağıldığı  belli başlı bütün ülkeler bakımından bile bunun aşağı yukarı böyle olduğu söylenebilir.
         Paris’le Fransa’nın hangi kenti yarışabilir?
         Roma, Londra, Moskova vb…  Adları akla  bir çırpıda gelebilecek siyasal anlamıyla başkentler,  aynı zamanda da ülkelerinin kültür başkentleridir.
         Bu konuda belki Newyork’la  İstanbul arasında bir benzerlik olduğu söylenebilir.
          İkisi de siyasal anlamıyla başkent olmamakla birlikte kültürel anlamda ülkelerinin başkentleridir.
           Böyle olunca da onların dışında kalan şehirler, onlara göre ister istemez az çok taşradır.
           Tıpkı bizde,İstanbul’a göre başkent Ankara’nın, İzmir’in, başkaca büyük şehirlerimizin özellikle kültürel anlamda az çok taşra olmaları gibi…

                                                          ***
       “Taşra Kentlerinde Akşam Kederi” adlı bir şiirimdeki şu birkaç dize, taşra kentlerinde yaşanmış bir çocukluğun ve ergenlik yıllarının benim için özeti gibidir:
                        “Taşra kentlerinde geçti çocukluğum
                           Akşamın o gri hüznü
                           Yakındır bu yüzden yüreğime”
       
      Sözünü ettiğim “gri hüzün” akşamın inişiyle birlikte irili ufaklı mağazaların, dükkânların ışıklarının sönmesi; kepenklerinin kapanması; caddelerin, sokakların ıssızlaşması demektir.
       Ülkemizde bu bugün de böyledir. Akşamla ve onu izleyen geceyle birlikte, sadece daha küçük şehirlerimiz değil, 24 saat yaşayan İstanbul dışında, Ankara ve İzmir de içinde olmak üzere   bütün şehirlerimiz için böyledir bu.                                                   

                                                    ***

        Taşra kentlerinde geçen  çocuklukta ve özellikle ilk gençlikte, benim başlıca avuntum şiir olmuştur. Şair oluşumu büyük ölçüde o “gri hüzün” dediğim şeye borçlu olduğumu bile söyleyebilirim…
           Başta şiir, fakat kuşkusuz bütünüyle edebiyat…
           Şairlerimizin ilk şiirlerini nerede, ne zaman yazdıkları ilginç bir araştırma konusu olabilir.
             Bunu bütünüyle edebiyatımız bakımından da yapabiliriz.
           Böyle bir araştırma,  örneğin İstanbul’un kültür başkenti olma ayrıcalığını sanırım sarsacaktır.
             Kültür başkenti olmak, yani kültür-sanat değerlerine ulaşma kolaylığı, söz konusu kentin  ya da kentlerin; kültürün, sanatın doğum yeri olma konusunda ille de ayrıcalık sahibi olduğu anlamına gelmeyebilir.

                                                          ***
      Bu haftaki yazımın  konusunu bana , şair Nurduran Duman’ın gazetemizin kültür sayfasında  bir süredir her hafta  Pazartesi günleri yayınlanan  “Dergiler
Arasında” başlıklı yazılarından bu haftakinin başlığı esinledi: “Nevşehir’de Şiiri Özlemek”… 
          Bu yazıları kaçırıyor ya da atlıyorsanız , bir eksiğiniz var demektir.
          Yıllar önce “Pazar Söyleşileri” köşemde yayınladığım “Anadolu’da Edebiyat Dergileri”  başlıklı  bir yazımda,  bu dergileri özellikle İstanbul’un kültür alanındaki tekelini kıran “kültür kardelenleri, ateş böcekleri” olarak gördüğümü yazmıştım.
          Kültür sayfamızda  arkadaşımız bu yazılara başladığında, bu öneriyi yapan ben bile  böylesine çok sayıda ve canlı bir dergi dünyasıyla karşılaşacağımızı tahmin etmemiştim.
         Öyleyse  yol yakınken, internet üzerinden de olsa bu hafta Pazartesi yayınlanan yazıdan(Nevşehir’de 18 yıldır yayınlanmakta olan   “Şiiri Özlemek”
Dergisinin yönetmeni Fuat Çiftçi’yle yapılan söyleşiden) başlayarak, “Dergiler Arasında” yazılarını okuyun ve bundan sonra da izlemeyi sürdürün.
           Ülkemizin her alanda ve her anlamda geleceği bu kardelenlerde,ateş böceklerindedir…


Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/310719

24 Temmuz 2019 Çarşamba

BAYBURTLU ZİHNİ’NİN ŞEHRİNDE


 Belki pek çok kişi gibi benim de Bayburt hakkında Bayburtlu Zihni’nin şehri olduğu dışında fazla bir  bilgim yoktu.  Özellikle şu son 25-30 yılda ülkemizin sadece şehirlerinin değil daha küçük yerleşim birimlerinin de  pek çoğunu  şiirlerimi okuyarak karış karış gezip görmüş, fakat Bayburt yolumun düşmediği birkaç şehrimizden biri olarak kalmıştı.  Belediyenin çağrısıyla Dede Korkut 25.Uluslararası Kültür ve Sanat Şölenine katılmak için gelmekle hem bir eksiğimi gidermiş, hem de gerçekten özgün, kimlikli, güzel bir şehrimizi tanımış oldum. Belediye Başkanı sayın Pekmezci’yle 2003’te Bakû’da yine bir Dede Korkut sempozyumunda birlikte olduğumuzu da böylece anımsadım.
                                                        ***
    Havaalanı olmadığı için Bayburt’a Erzurum ya da Trabzon üzerinden geliniyor. Coğrafi olarak da Doğu Anadolu’dan Doğu Karadeniz’e doğru bir hattın, Erzurum-Trabzon yolunun tam ortasında bir yerde. Ama öyle bir yer ki, içinde, kabuğu  granit taşlardan oluşmuş dev bir kaplumbağayı andıran doğa mucizesi bir tepenin üzerinde ülkemizin en etkileyici kalelerinden biri yükselirken   , şehrin ortasından da yine ülkemizin akış hızı en yüksek nehri Çoruh geçiyor. Fakat Çoruh’a az sonra tekrar döneceğim…
                                                           ***
     Erzurum havaalanında beni alan araçla Bayburt’a doğru yol alırken bir ara sanki çocukluğumun Kars’ın kırlarından geçiyormuşum duygusunu yaşıyorum. Taze-yeşil bitki örtüsüyle göz alabildiğine kaplı  tepeler ve ovalar, pencereyi açtığımda yüzüme çarpan serin kır havası ,  yaz ortasında sonsuz bir ilkbahar duygusu yaşatıyor.  Bu kırların ve tepelerin kış mevsiminde yoğun bir kar örtüsüne bürüneceğini, kimi yerde kıvrılarak ilerleyen yolların geçilmez olacağını tahmin etmek güç değil. Nitekim direksiyondaki genç sürücü arkadaştan, yöredeki en büyük dağ olan Kop Dağı altında  yapımına 2012 yılında başlanan tünel bittiğinde bu sorunun çözümleneceğini, fakat yolculuk sırasında  Erzurum-Bayburt arasındaki bu etkileyici kır görünümlerin de artık görülemeyeceğini öğreniyorum…
                                                         ***
           Yol boyunca bir yandan bu görünümleri gözlerime duygularıma doyasıya yerleştirirken, bir yandan da iki de bir ayağıma dolanan wikipedia yasağına lanetler savurarak cep telefonumdan Bayburt ve Bayburt’lu Zihni hakkında bilgiler edinmeye çalışıyorum. Zihni’den başlayalım… Pek çok şair ya da şiir sever gibi onu ben de (pek güzel bir şarkısı olan, zaten sanırım çoğunlukla da bu şarkı sayesinde  bilinen), o unutulmaz “Vardım ki yurdundan ayağ göçürmüş” dizesiyle başlayan  hasret dolu şiiriyle tanıyorum…  Halk şiiri ustalarımızın genellikle halkın yoksul kesimlerinden çıkmış, öğrenim görmemiş köylü çocukları oldukları düşünülür. Genellikle de öyledirler.  Fakat(asıl adı Mehmet Emin olan, takma ad olarak aldığı Zihni’ye Bayburtlu’yu halkın eklediği)  Bayburtlu Zihni onlardan değil. 1795’te Bayburt’ta doğan şair, öğrenimini Erzurum ve Trabzon medreselerinde tamamlamış. Daha sonra İstanbul’a giderek kâtiplik görevlerinde bulunmuş, ülkenin çeşitli yörelerinde memurluk yapmış, tekrar şehri Bayburt’a dönmüş, şehrin Ruslar tarafından işgali üzerine buradan ayrılmış,işgal sona erince tekrar şehrine dönmek üzere yolculuktayken Trabzon yakınlarında bir handa, 1859 tarihinde yaşamdan ayrılmış. Tam bir şair hayatı. Çalışkanlık, üretim, yolculuklar, hasretlik ve ölüm. Yaşamdan ayrıldığı yede toprağa verilen şairin kalıntıları 1936’da buradan alınarak Bayburt’a yapılan, bugün ziyaret edeceğim Bayburtlu Zihni anıtının türbe bölümüne yerleştirilmiş.
                                                            ****
       Çoruh konusunda döneceğimi söylemiştim…  Ömer Bedrettin Uşaklı benim ilk ve en sevdiğim şairlerimden biri, onun “Çoruh Akşamları” şiiri ise ülkemizden bir doğa parçasının betimi olarak “memleket şiir”i diye niteleyebileceğimiz bir şiir alanının en seçkin bir örneğidir. Çoruh’u  Artvin’den, bu demektir ki bir tepeden görmüştüm…  Bir şehrin içinde, onun  yanı başında oturacağımı hayal bile edemezdim. Dün ayak bastığım Bayburt’ta, festival ışıklarıyla donatılmış bir Bayburt gecesinde,festivale katılışıma da   ön ayak olan değerli şair arkadaşım, Bayburt’lu Yahya Akengin’le, elimizi uzatsak dokunacağımız kadar aşağısında bu efsanevi nehrin  ışıldayarak aktığı bir kahvede, kahvelerimizi içerek şiirden, burada kaymakamlık yaparken bu şiiri yazan sevgili şairimiz Ömer Bedrettin’den, Bayburttan ve ülkemizden konuştuk.
                Bu gece başka şair arkadaşlarla birlikte şiirlerimi okuyacak ve ben bugün ve yarın bu güzel şehrimizi ve çevresini doyasıya gezdikten sonra yarın gece Bayburt’a veda edeceğim.


Ataol Behramoğlu/24.07.19/ Kültür ve Siyaset

17 Temmuz 2019 Çarşamba

Neyi yuhalıyorsunuz?

TBMM’nin 15 Temmuz özel oturumunda CHP Grup Başkanvekili Engin Özkoç konuşuyor.
Konuşmanın ilk birkaç cümlesi sonrasında “15 Temmuz darbe girişiminin öncesi ve sonrası vardır” diyen konuşmacı, tok bir sesle, sözcükleri tane tane vurgulayarak devam ediyor:
“Öncesinde dershaneler, yurtlar, Türkçe Olimpiyatları, eğitimde-yargıda- güvenlikte örgütlenme ve siyaseti araç olarak kullanmak...”
İktidar grubunun sıralarında kıpırdanmalar başlıyor, fakat henüz sesli bir tepki yok.
Konuşmacı konuşmasını bir soruyla ve yanıtıyla, aynı tonda sürdürüyor:
“Bu dönemde kim FETÖ’ye daha çok yardımcı olmuştur, bunun cevabını sayın Cumhurbaşkanı vermektedir: ‘Ne istedilerse verdik’ demişlerdir”
İktidar sıralarında uğultular, sıra kapaklarına vurmalar.
Konuşmacı dikkatini önündeki tekstten ayırmadan sözlerini sürdürüyor:
“Asıl olay tam bu değildir. Asıl olay Balyoz ve Ergenekon davalarıdır. Bir kişinin denetimsiz iktidarı sayesinde FETÖ darbe girişiminin zeminini hazırlayan Zekeriya Öz’ün önü açılıyordu. Bu ülkenin Genel Kurmay Başkanı gizli tanık ile hapse giriyor, müebbet hapse mahkûm ediliyordu.. Vatanseverler yargılanırken ölüyordu. Dönemin başbakanı sayesinde darbenin tüm hazırlıkları yapılıyordu. Darbeci subaylar önemli yerlere atanıyordu.”
Söz konusu davaların “savcı”sı Reis, görünüşte tepkisiz, bulunduğu yerden konuşmayı izliyor.
Oturum başkanının uyarılarına rağmen devam eden uğultulara yuh sesleri karışıyor. Belli ki her şey söylense de, Reis’e dil uzatılamaz. Onun dokunulmazlığı var. Konuşmacı ise dikkatini önündeki tekstten bir an bile ayırmadan, her biri kurşun ağırlığında kelimelerle hazırlanmış konuşmasını okumayı sürdürüyor:
“15 Temmuz. Darbeci generallerin emriyle köprüler kesildi. Darbe enişteden öğrenildi. Gazi Meclis bombalanıyordu. CHP milletvekilleri ve diğer siyasi parti milletvekilleri arkadaşları TBMM’ye gelerek ‘Öleceksek bu çatı altında ölelim’ dediler ve demokrasimize sahip çıktılar. Halk tankların önüne geçti. 251 insanımız şehit düştü. Elbirliğiyle meşru direnme hakkını kullandık. Ne MİT, ne İstihbarat kuruluşları haber verdi.”
Çığırından çıkmış olan yuhlar artık hedef gözetmeksizin devam ediyor.

***

Konuşma darbe sonrasına ilişkin bölümüyle, başkanın sürekli uyarılarına rağmen sıra kapaklarına vurularak yaratılan gürültüler, şiddetini artıran uğultular ve yuh sesleri arasında devam ediyor:
“Adil Öksüz yakalandı, kelepçelendi, sonra eline pasaport verildi, bırakıldı. Zekeriye Öz elini kolunu sallayarak yurtdışına çıktı. Bu organizasyonun arkasında duran kişi ‘Hata ettik affedin’ dedi hâlâ Cumhurbaşkanı.”
Konuşmacı alkışlanacak bir serinkanlılıkla, aksatmaksızın, duraksamaksızın konuşmasını sürdürüyor:
“On binlerce insan işten çıkarıldı. Bu kişilerin içinde asker, polis, öğretmen var, ama bir tek siyasi yok. Çözüm güçlü parlamentodadır. 15 Temmuz gecesi Gazi Meclis’imizde ölümü göze alan tüm siyasi partiler olarak güçlü parlamenter sistemi yeniden tesis etmeliyiz. Enkazı kaldırmalıyız. Yeni darbelerin oluşmasına engel olmalıyız. Güçler ayrılığının temelinde güçlü Meclis, bağımsız yargı ve denetlenebilir yürütme olmalıdır.”
Video görüntüsünde iktidar sıralarına bakıyorum. Birkaç türbanlı hanım milletvekiline gözüm ilişiyor. Burada, erkeklerin arasında bulunmalarını Mustafa Kemal Atatürk’e borçlu olduklarını ne kadar bildikleri hakkında kuşkum olan bu hanımlar, cezbeye kapılmış gibi sıra kapaklarına vurmakta, bağırıp çağırmakta, yuh çekmekteler.
Uğultular, bağırışlar, yuh sesleri arasında konuşma aşağıdaki cümlelerle sona eriyor:
“Eğer kurucu lider arıyorsak o liderin adı Mustafa Kemal Atatürk’tür. Eğer uğruna ölünecek bir vatan arıyorsak onun adı Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bir rejim arıyorsak o laik ve demokratik parlamento sistemidir.”

***

Güçler ayrılığı, denetlenebilir bir yürütme ve bağımsız yargı temelinde, laik ve demokratik bir parlamento sistemini reddeden, yuhalayan bir parlamento çoğunluğu.
İnsan bu kargaşa görüntüsünün videosunu izlerken bu insanlar neyi yuhaladıklarının farkındalar mı diye düşünmekten kendini alamıyor. Yoksa kendilerini mi?

10 Temmuz 2019 Çarşamba

ŞİMDİ SAİT FAİK OKUMAK


       Seçimi kaybedenler 24 Haziran seçiminin yaşattığı sevinç kursağımızda kalsın diye   ellerinden geleni yapmaktalarken , buradaki kitaplığımın bir köşeciğinde kalmış “Mahalle Kahvesi”nden Sait Faik okuyorum.
            Buradaki derken, İstanbul dışında, yazları geldiğimiz Foça’dayım. 24 Haziran için İstanbul’a bir günlüğüne gidip geldik. Beşiktaş’ta oyumuzu verip geceleyin yine Beşiktaş’ta büyük coşkuya katıldık. Sonra İstanbul Hava Limanı denilen, bir arkadaşın haklı olarak hava limanından çok AVM’ye benzettiği ıssızlıktan geçerek buraya döndük.
           Neden ıssızlık, diyeceksiniz. Git git bitmek bilmeyen yollarıyla bu yeni hava limanı, tıpkı AVM’ler gibi, geceleri  geç saatte açık kalan  birkaç kantin dışında dükkânlar kapandığı için ıssızlaşıyor.. On binlerce ağacın katledilerek,kuşcağızların geçiş yolları  işgal edilip engellenerek, işçi ölümleri pahasına el çabukluğuyla kotarılan  bu AVM-Havalimanının uzun yaşama şansı olacağını pek sanmıyorum. Bu iktidarın gitmesiyle birlikte, yapılan sakat işler arasında İstanbul havalimanı da sanırım gözden ve elden geçirilecektir. (Atatürk Hava alanını anılarımızla birlikte elimizden alanların, orayı özel havaalanları olarak  kullanmaları hem ayıp, hem hepimize hakaret değil mi? Diktatörlükler de içinde olmak üzere böyle bir özel hava alanı uygulamasının  olduğu  bir başka ülke var mı?)
                                                                        ***
             Bu iktidar denildiğinde akla ilk gelecek suçlarından biri olan, Gezi direnişinin de başlıca nedeni (durdurulamazsa şu anda Ortadoğu Üniversitesi alanındaki) ağaç  katliamından söz etmişken, “Mahalle Kahvesi”ndeki hikâyelerden birinden, “Bahçe”den bir alıntı yapalım:
               “Sabahleyin çok erken uyandım. Gözümü açar açmaz, karşı pencereden gözlerime öyle güzel, bakımsız gibi bir koruluk ilişti ki hayretler içinde kaldım. Önümde büyük ağaçlar, hışırtılar içinde sessiz küçük yollar, değişik değişik ağaçların, değişik değişik renkte yaprakları,
kırmızıdan, çürük renginden sarıya, yemyeşile, koyu açık yeşile,hatta beyaza kadar dönen bir kuru yaprak mahşeri ,sabahın hafif sessizliğinde bir bahçe vardı.!”
             Edebiyatta da artık pek karşılaşılmayan bu doğa betimi, bu doğa sevgisi, renklerin sıralanışı, yitirdiğimiz nice şeylerin özlemini duyumsatıyor.

                                                           ****
           Bir renk ustası Sait Faik.  Bir renk sevdalısı.  Renkçi bir ressam gibi paletindeki renkleri ve renk karışımlarını bir biri ardına yerleştiriyor tablosuna.
         “Plajdaki Ayna”da karşılaşıp konuştuğu çocuğu betimleyen cümleler izlenimci bir ressamı kıskandırabilir:
                 “”Açık mavi gözlerinin kırmızı kirpikleri yanıp yanıp sönüyordu”.
           Ya da:
                    “Mavi gözlerine beyazlıktan mavileşmiş bir göz kapağı altın ışıklarıyla indi”
      (Bu arada, bu öykü, harika bir Sait Faik filmi için bulunmaz bir potansiyel taşıyor.  Diyaloglar kendiliğinden hazır.)
       Renklerle sürdürelim..Sinema kapısında rastladığı “uyuzlu”nun betimlenişine bakın:
         “Ayakları çıplaktı. Büyük, sarı ela gözleri, aslında beyaz olduğu halde yer yer morarmış bir derinin içinden, baharda badem ağacı güzelliğiyle bakıyordu.”
     Uyuz ve badem ağacı güzelliği…
         Her şeyi, bütün bir yaşamı kucaklamaya hazır nasıl bir insan sevgisi, nasıl bir yaşama sevinci bu!
         “Hallaç” adlı öyküde dile getirildiği gibi:
             “O gün ne güzel bir gündü!Deniz ne serindi! Ne güler yüzlü idi sandallar, çocuklar, kadınlar!Sanki kimse kimseye bütün gün sövmemişti….Dünya yüzüne bir tek kötü lakırdı, kötü hareket, kötü düşünce o gün için-o günün başı için-insan elinden, insan dilinden, insan kafasından çıkmamış gibi bir akşam oldu.”
                                                          ***
    İnsan elinden, insan kafasından çıkmış kötülüklerle kuşatılmış bir dünyada ve ülkemizde, burada rastgele sıralanmış kitaplarımın arasında sessizce beklemekte olan “Mahalle Kahvesi” beklenmedik bir armağan gibi geldi…
        Ruhumuzu, zihnimizi biraz olsun dinlendirmek, bunca kötülüğün örselediği insanlığımızı biraz olsun koruyup onarmak için Sait Faik okuyalım.


Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/100719

4 Temmuz 2019 Perşembe

İNSAN DOĞADA BİR SAPMA MIDIR?


      İnsan dışındaki canlı dünyasına baktığımızda insanın sahip olduğu bazı kötü özelliklerin bu dünyada bulunmadığını görüyoruz.
       Bunların başında cinayet işlemek,  cana kıymak geliyor.
        İnsan dışındaki canlı dünyasında cana kıymanın tek nedeni, beslenme gereksinimi, yanı sıra da kendini, ya da türünü korumak için savunmadır.
        İnsan ise her türlü nedenle  cinayet işleyebiliyor.
         Nedensiz, ya da sadistçe  güdülerle de cana kıyabiliyor.
          İnsan dışındaki canlı dünyasında işkence yoktur.
          İşkence gibi görülen kimi uygulamalar  yine beslenme gereksinimiyle
ilgili  uygulanan kimi yöntemlerdir.
          İnsan, kendi soyuna, yanı  sıra da başka canlılara işkence uygulayan tek canlı türüdür.
           Sadece bu iki kötü özellik bile, insanı bütün öteki canlılardan köklü biçimde ayırıyor.
         Doğa kendi düzeni içinde yaşamını sürdürürken, insan soyu bu sürece  de müdahale ediyor.
         İklimleri bozuyor, hem bitki hem hayvan dünyasında türleri değiştiriyor,canlı ve cansız doğanın yasalarını, işleyişini, doğallığını alt üst ediyor.

                                                     ***
        İnsan dışındaki canlı dünyasında çatışmalar, yine beslenme ve yanı sıra da üreme gereksiniminin karşılanması konularındadır.
            Alçakça tuzaklar, ihanetler, dedikodu, iftira, yalan gibi sosyal kötülükler insan dünyasına özgüdür.
              Bu özellikleriyle de insan, canlılar dünyasının en kötü, en tehlikeli, en korkulur türüdür.
                   Bu söylediklerime hümanist karşı çıkışları görüyorum.
                     Bilimde, sanatta, kültürde elde edilen başarıları yadsıyacak değilim.
                     Fakat insanın  bütün başarıları sonuçta kendisi için, kendi türünün yararına değil mi?
                   Evren insan türü olmadan da vardı.
                    Doğa da insan türü ortaya çıkmadan önce vardı, varlığını sürdürmekteydi.
                         Doğa kendi yaralarını kendisi iyileştirecek yetenektedir.
                        İnsan ise  kendi türüyle birlikte doğayı da yok eden ve giderek bu yok edişte bugün hiçbir canlı türünün sahip olmadığı ve olamayacağı olanaklara sahip  tek canlı türüdür.
                    Hem kendisi, hem canlı ve cansız bütün varoluş için en tehlikeli, hatta tek tehlikeli canlı türü, insan dediğimiz bu türdür.
                 Bütün  bunlar bir arada düşünüldüğünde, bir insansı türden bu gün insan dediğimiz canlı türünün ortaya çıkması, bana bazen ve gittikçe daha da çok, bir sapma, türsel bir sapkınlık olarak görünüyor.
                    İnsan hiç var olmasa, bu canlı türü ortaya hiç çıkmamış olsa, canlı  cansız doğa  ve bütün bir evren ne kaybederdi?
                     Belki hiçbir şey…

                                         ****
                     Bütün bir insanlık tarihindeki ve günümüzdeki akıl almaz, tüyler ürpertici  kötülükleri,alçaklıkları, zalimlikleri  bir arada düşündüğümde, insan dediğimiz ve benim de bir mensubu olduğum bu türe inancım, güvenim, sevgim, en temellerinden sarsılıyor.
                    Bilimde, kültürde, sanatta ulaşılmış olan bütün üstün başarılara karşın, kötülük insanın kimliğinde ilaçlara göre  şekil değiştirerek, yeni kimliklere bürünerek yaşamaya devam eden alt edilemez bir mikrop gibi varlığını sürdürüyor.
               İyilik, merhamet, özveri , kötülüğe  karşı başarılar kazansa da onun bütünüyle üstesinden gelemiyor.
                     İnsan, hem kendisinin,hem  canlı cansız  varlıklarıyla doğanın, hem üzerinde var olduğu gezegenin en korkulur düşmanı olarak, kendini beğenmişliğin zirvelerinde var olmaya devam ediyor.
                Bu  böyle nereye kadar sürer, belli değil.   

                                                ****             

         
      Kötülüğe karşı savaşımında iyiliğe  elimde geldiğince destek olmaya çalıştım  ve olmaya devam edeceğim.
               Bu anlamda ve bu  savaşımın sınırları içinde yılgın  ya da karamsar da değilim.
               Fakat bütün bilimsel açıklamaların ötesinde, türümüzün bütününü, var oluşunu sorgulamaktan; acaba insansıdan insan dediğimiz türe doğru böyle bir  oluşum gerçekleşmemiş olsaydı, doğa, evren, bütün bir varoluş için her şey daha mı iyi olurdu diye düşünmekten de kendimi alamıyorum…


Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/030719