25 Ocak 2014 Cumartesi

ŞİİRİN UZAĞINDA…




Ülke gündeminin böylesine karmaşık sorunlarla çalkanmakta olduğu günlerde şiir de nereden çıktı diye sormayın…
Şiir bir yerden çıkmadı…
Çünkü hep vardı…
Hep var…
Hep olacak…
Fakat şu günlerde biraz küskün, biraz köşesinde…
Toplumla bağları, en azından görünüşte, neredeyse kopmuş gibi…
Bu neden böyle, sorun nereden kaynaklanıyor?
Bu yazıda izninizle, boğucu gündemin azıcık dışına çıkmak arzusunun da etkisiyle, şiirden ve sorunlarından söz etmek istiyorum…


***
Şiir bir dil, duygu ve düşünce işi…
Bütün bu öğeleri bir örste döver ya da hamur teknesinde yoğurur gibi, şiiri, daha doğrusu imgeyi oluşturursunuz…
Kimi zaman bu imge, bilinçaltınızda oluşmuşçasına , zihninize, dilinizin ucuna geliverir…
Bunlar mutlu anlardır…
Ne kadar yadsınsa da, esin dediğimiz şey bir gerçektir…
İçinizden yükselmiyorsa, istediğiniz kadar zorlayın, kendini size vermez…
Çalışmak, her şeyde olduğu gibi, bir şiirin oluşum süreçlerinde de başta gelen bir gerekliliktir kuşkusuz.
Fakat unutmamalı ki çalışma isteği de esin gibi bir şeydir.
Esin, bu isteğin duyumsanmasından başka bir şey değildir belki de…


***


Şiir mutluklarının mı, mutsuzlukların mı ürünüdür?
Şairine göre değişse de,bence hem her ikisinin, hem hiçbirinin değil…
Mutlu ya da mutsuz olmaktan daha önemlisi, bu mutluluk ya da mutsuzluğu dile getirecek sözcükleri arayıp bulmanız, bir araya getirmenizdir…
Ama ondan da önemlisi, bunu yapma isteğini duymanızdır…
İstek,kuşkusuz, tek başına yeterli değildir…
Bir donanıma, bilgi birikimine, yapılacak işin gerektirdiği becerilere sahip olmalısınız…
Fakat içinizden bunu yapma isteği yükselmiyorsa, bu istek en azından kıpırdamıyorsa, bütün donanımlar, birikimler, beceriler, bir sözcük yığını olarak kalacaktır…
Yazma isteği ise, kavramsal bir istemek olgusundan farklı olarak,bir itki,içsel bir dürtü olmalıdır…


***


Böylece konunun en can alıcı noktasına gelmiş oluyoruz…
Günümüz şairi bu itkiyi nereden, nasıl bulacak?
Yalanın bunca egemen olduğu bir toplumda, doğrunun dili nasıl oluşturulacak?
Sadece kötünün, ya da sadece geleceğe ilişkin bir umudun vurgulanması yeterli midir?
Bu güne ilişkin bir mutluluğu, sevinci dile getiremeyen şiir eksik değil midir?
Ve eğer mutsuzsak, sevinçsizsek, nasıl yapacağız bunu?...


***


Yine tam bu noktada, içsel özgürlük kavramını öne sürmek istiyorum.
Mutsuzluğumuzun kaynağı olan sorunlara karşı savaşım verirken, duygularımızı, dikkatimizi yaşamanın olanca ayrıntıları üzerinde yoğunlaştırmayı başarmalıyız.
Bunun için yapılması gereken ise, bu yaşamın(doğanın, toplumun) kendini yenileme dinamizmiyle içimizin özgürlük seslenişlerini birleştirmeyi başarmak olmalı…
Bugünün kötülüklerine karşı savaşım vermenin en sağlam, en kalıcı, en güven verici yöntemi de zaten böyle bir geniş ufukluluktur…
Sanırım bir ucundan yine “organik şiir” kavramını tanımlamaya başladım…


***

Bugün ona ne kadar uzak düşmüş de olsak, şiir tıpkı yaşam gibi sonsuzca genç kalmayı başararak bizi kendine çağırmayı sürdürüyor…
Bu çağrı her yeni kuşakla yenilenerek sürecektir.
Yeter ki yüreğimiz, kulaklarımız onu işitme yeteneğini büsbütün yitirmesin…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/ 25.01.14
_________________________________________________________
27 Ocak Pazartesi 19.00’da Haluk Çetin’le İzmit “Alternaif” Kültür Merkezindeyiz…






FATİH HİLMİOĞLU’NA, BÜTÜN SİYASAL TUTSAKLARA ÖZGÜRLÜK! 

18 Ocak 2014 Cumartesi

BAŞBAKAN NASIL DİKTATÖR OLDU?


Başbakan, bakanlar kurulunun başkanı demek.
Yasama organı olan parlamentoyu yönetmez.
Tersine, etkinlikleriyle ilgili olarak parlamentoya hesap verir.
Parlamento gerektiğinde güvensizlik belirterek hükümeti düşürebilir.
. Yürütme, doğal olarak yargıya karşı da sorumludur.
Başbakan, gerek bireysel etkinlikleri gerekse başkanı olduğu kabinenin etkinlikleriyle ilgili olarak gerektiğinde yargı önünde hesap verir.
Bizim siyasal yaşamımızda ise, çok az istisna dışında, bu demokrasi kurallarının tam tersi geçerli.
Bunun da ötesinde, günümüz Türkiye başbakanı tam anlamıyla bir diktatör
görüntüsüne ve yetkilerine sahip.
Bu neden böyle?
Üzerinde düşünelim.

***
En önemli, belki başlıca neden, bireysel çıkarlarla ilgili.
Milletvekillerini, aynı zamanda partinin başkanı olan başbakan belirliyor…
Bu,başbakanın istemediği bir davranış sergileyen milletvekilinin bir daha seçilme şansı yok demektir.
Bu anlamda, diktatörlük olgusu önce partinin hiyerarşik yapısından başlıyor.
Siyasal partiler yasasının ve parti tüzüklerinin parti başkanına sınırsız yetki tanıdığı bir demokraside, söz konusu kişinin diktatörleşmesi kaçınılmaz olacaktır.
***
Bizde başbakanın diktatöre dönüşmesinin bir başka nedeni, uygulanmakta olan seçim sistemidir.
Yüzde onluk bir seçim barajı, parlamentoda bir partinin haksız çoğunluğuna yol açacaktır ve nitekim öyle de olmuştur.
Faşist 12 Eylül darbesi sonrasında getirilen yüzde on gibi bir seçim barajının uygulandığı bir ülkede demokrasi sözü kandırmacadır.

***

Türkiye örneğinde başbakanın diktatörleşmesinin bir başka temel nedeni de toplumca demokrasi kültürüne çok az sahip oluşumuzdur.
Örgütsüz bir halk, sadece bir insan kalabalığı demektir.
Demokrasi kültürü öncelikle örgütlülük bilincidir.
Bizde büyük halk kitlelerinin beklentisi ve arzuladığı şey örgütlenme değil, bir kurtarıcının gelmesidir…
Bu nedenle de kurtarıcı olarak gördüğü kişiye tapınırcasına bağlanır.
Onu bütün kusurların üstünde ve ötesinde görür.
Bu bizde her zaman az çok böyleydi.
Günümüzde ise en aşırı bir örneğini yaşamaktayız.

***
Günümüz Türkiye başbakanının neden bir diktatöre dönüşmüş olduğunun başkaca özel nedenleri üzerinde de duralım…
Artık açık seçik görülebildiği gibi, başta ABD emperyalizmininki olmak üzere güçlü bir dış destekle önü açılmış bir kişiden söz ediyoruz…
Bu kişi, bu gün iflas etmiş olan ılımlı İslam safsatasının Türkiye temsilcisi olarak saptanmıştı…
Kibirli ve fanatik kişiliği, iktidar hırsı ve para tutkusu, sıradan yurttaşı etkileme konusunda hitabet ustalığı, çıkar çevreleriyle ilişkileri,bugün ak dediğine ertesi gün hiç sıkılmaksızın kara diyebilme kıvraklığı, belli ki ona yatırım yapan güçlerce bir laboratuar ortamında gibi incelenmiş ve üzerinde görüş birliğine varılmıştır…
Ülke içindeki etkisi ise , halk kitlelerinin bir kurtarıcı beklentisinin güya karşılığıymış gibi pazarlanmasının yanı sıra, yerli sermayenin güçsüzlük ve kimliksizliğinden, bunun da bir sonucu olarak merkezdeki siyasal örgütlenmelerin çözülüşünden, 12 Eylül faşist darbesi sonucunda emekçi örgütlerinin ve solun ezilip parçalanmasından; bütün bunlara tüy dikercesine de aydınlanma kültüründen ve yurttaşlık bilincinden nasibini almamış,
omurgasız bir okumuş yazmış güruhunun bilinçsiz, duygusuz, lanetli desteğinden gelmektedir…

***
Gezi ve ardından (ne kadar engellemeye çalışsalar da yağma ve hırsızlık kumpaslarını gözler önüne seren)yolsuzluk operasyonları diktatörü ve diktatörlüğü köklerinden salladı..
Akıllı bir son vuruş ülkeyi hasret kaldığı temiz havayla dolduracaktır…
Bunun yolu ise, kanımca, parlamento içi çalışmalar kadar ve ondan da çok, halk insanlarını özgürlük, iş, adalet, barış sloganları hedeflerinde örgütlemek, harekete geçirmektir….
______________________________________________________________

*Bu gün(18 Ocak Cumartesi) Adana Barosu Sosyal Tesislerindeki dinleti ve söyleşimize sanat severleri bekliyoruz.




Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/180114

FATİH HİLMİOĞLU’NA, BÜTÜN SİYASAL TUTSAKLARA ÖZGÜRLÜK! 

11 Ocak 2014 Cumartesi

UTANÇ DAVALARI


Nemlenip kabarmış bir duvar sıvasına, çürüyüp koflaşmış bir ağaç gövdesine dokunduğunuzda kopan kireç ya da kabuk parçaları nasıl dökülüp çevreye saçılırsa, AKP döneminin hukuku, yargısı , adaleti giderek böyle bir görünüm almaya başladı…
Ergenekon ve Balyoz davalarının nasıl sahte kanıtlarla tasarlanıp kotarıldığının, yapılan bunca savunmadan, yazılan bunca kitaptan, kanıtlanan bunca sahtelikten sonra yadsınamaz biçimde ortaya çıkışı, görmek istemeyen gözleri bile açmış olmalıdır.
Avukatlar yaka paça göz altına alınarak cezaevlerine tıkılıyor, ülkenin en büyük barosu yargı önüne çıkarılıyor, bedenlerle birlikte ruhları da öldürmek için tasarlanmış F tipi tecrit hücrelerinden haykırışlar yükseliyor, polis adı verilerek tek bir amaca yönlendirilmiş binlerce kişilik bir robot ordusu yakıp yıkarak yok etme görevini yerine getirmeyi sürdürüyor, ülke yönetimini kuşatan yağma ve talan sarmalından yükselen çürümüşlük kokuları nefes almayı güçleştiriyor.
Bunları yazarken Ekim devrimi öncesinin Rusya’sı, Ayzenştay’nın(Eisenstein) “Ekim”, “Potemkin Zırhlısı” gibi filmleri, L. Andreyev’in dışavurumcu özellikler taşıyan “Çar Açlık” oyunu, A.Belıy’nin “Petersburg”u geçiyor zihnimden, gözlerimin önünden…
Günümüz Türkiye’sinin siyaset ortamında, toplumsal yaşamın bütününde aynı kargaşa, yalan, zulüm, hukuk tanımazlık, tam bir yıkılış ve yeniden kuruluş öncesi durumu…
***


Dün Silivri adliyesinde, Türker Ertürk,Haluk Dural ve başka dostlarla birlikte, kardeşim, yarım yüzyıllık arkadaşım Doğu Perinçek’i, kendisine karşı açılmış “hakaret” davalarından üç tanesinde ardı ardına “savunma”sını yaparken izledik…
Bu duruşma, Silivri zindanının bir parçası olan lanetli salonda değil de, normal adliye binasının odalarından birinde yapıldığı için, arkadaşımla duruşmanın hem öncesinde hem sonrasında kucaklaşma olanağımız oldu ve bu sarılışlar beni neredeyse ağlatacak kadar duygulandırdı…
Doğu’yu her zamanki gibi ve belki (kuşkusuz Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde ülkemize kazandırdığı hukuk zaferinin de haklı mutluluğuyla) her zamankinden de daha çok, enerjik, güçlü, sağlıklı gördüm ve bu hepimizi mutlu etti.
Fakat nereye kadar…
Küçük duruşma salonunda, ayakta savunmasını yaparken, onu en çok iki metre arkasındaki sıralara oturmuş izliyorduk…
Yargıç kürsüsünde ciddi yüzlü genç bir adam, tutanak yazmanı sandalyesinde türbanlı bir genç kız oturuyordu…
Türkiye’nin hiç kuşkusuz en seçkin, en donanımlı bir siyaset ve kültür adamı, bir jandarma ve iki er eşliğinde getirildiği küçük duruşma odasında, belki çocuğumuz olma yaşından bile daha genç bir yargıç önünde savunmasını yapıyordu…
Birbirini izleyen üç davanın ortak konusu, bu gün ipliği pazara çıkmış bir takım sözüm ona yargı mensupları için savunmalarında ve yazılarında söylemiş olduğu sözlerdi…
Perinçek bilge bir öğretmen dinginliği ve sevecenliğiyle, bu sözlerin “hakaret” amacı”yla değil savunmalarının bir parçası olarak söylenip yazıldığını anlatırken, ülkemizin sürüklenmiş olduğu yıkım ve rezalet ortamının görünümünü de gözler önüne seriyordu…
Yargıcın da Perinçek’in ve avukatlarının savunmalarını, Silivri zindanının duruşma salonunda gördüğümüzden farklı bir özen ve dikkatle özetleyip tutanağa geçirttiğine tanık olduk…
Duruşma, yeni savunma kanıtlarının hazırlanıp sunulması için, Perinçek ve avukatlarının isteği doğrultusunda ertelenerek sona erdi…


***
Türkiye’de bütün utanç davalarının sonuçlarıyla birlikte ortadan kalkacağı, hukukta açılan yaraların onarılacağı, asıl suçluların yargı önüne çıkarılarak yargı kurumunun yeniden saygınlık kazanacağı günlerin yaklaştığını görüyorum, duyumsuyorum…
Ülkemiz,insanımız, Cumhuriyet’in ilk kuşaklarının örneklediği yurtseverlik mirasını devralmaya yetecek birikimlere sahiptir.
Yeter ki aydınlanma düşmanlarına, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, ortak akılda ve kararlılıkta birleşmeyi başarabilelim…







Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/110114

5 Ocak 2014 Pazar

ŞİİRDE ANLAM SORUNU




Bu konuda başlıca ve yaygın olarak iki karşıt görüş bulunduğu söylenebilir.
Birinci ve en bilinenine, en yaygın kabul görmüş olanına göre; şiir, mecaz(metafor, iğretileme), vezin(hece vb. ölçüsü), uyak vb. öğeleriyle örülmüş, süslenmiş, bir anlamdır..
Bir başka deyişle, bu ve benzer öğelerin kullanılmasıyla, düzyazısal bir anlamın şiire dönüştürülmesidir.
İkinci görüşe göre ise şiir bir şey anlatmaz. O, bir yapıdır. Onda bu yapının ötesinde bir anlam aramak boşunadır.
Bu görüşün yandaşlarının dayandıkları kaynak, simgeci Fransız şair Mallarmé’nin, arkadaşı Fransız ressam Degat’ya söylemiş olduğu bir sözdür.
Şiir yazmak için duyguların(fikirlerim vb) var, ama yazamıyorum” diyen ressam Degat’ya, Mallarmé’nin
Şiir duygularla(fikirlerle vb.) değil sözcüklerle yazılır” dediği söylenir.

***

Yukarıdaki ilk görüş irdelenmeye değmeyecek kadar eskimiş bir anlayıştır.
Şiiri değil manzumeyi tanımlar.
Çünkü şiirsel anlam onu oluşturan kurgudan, yapıdan ayrıştırılarak düzyazısal bir anlama çevrilemez, kavramsala indirgenemez.
Sadece şiirdeki anlam bakımından değil, bütün sanat yapıtları için bu böyledir.
Bir romanı ,öyküyü, müz,k ya da resim yapıtını da anlamına(konusuna vb.) indirgeyerek anlamış(açıklamış) vb. olamayız.
Mallarmé’nin sözü ise, şiirin yapı taşı olarak sözcüğün işlevine(denebilir ki maddesine) dikkat çektiği için önemlidir.
Şiirin yapı taşlarının sözcükler, sözcüklerin maddesi olduğu doğrudur.
Bir düşünce ürününden, felsefi bir metinden, ya da konuşurken kullandığımız sözcüklerden farklı olarak şiirdeki sözcük(şiiri oluşturan sözcük), kavram ileten bir araçtan daha başka ve daha fazla bir şeydir…


***

Sözcükler şiirde de, herhangi bir konuşmada ya da şiir dışı üründe de bir anlam içermekle birlikte, şiirde özellikle öne çıkan sözcüklerin maddesel dokuları, sesleri, ve hatta denebilir ki renkleri kokularıdır...
Şiirdeki sözcüğün içerdiği anlam, duygusal bir tonlama, bir vurgu yükü taşır.
Şiirde bir araya gelen sözcüklerin , anlam, biçim, ses öğeleriyle oluşturdukları birliği “ üst anlam” diye adlandırabiliriz……
Bu üst anlam ise (genellikle ve yanlış olarak mecazla karıştırılan) “imge”den başka bir şey değildir ve düzyazıya çevrilemez, kavramsal anlama indirgenemez, ancak yorumlanabilir…
Bu yorum ise şiirin kendisi değil; ona yakınlaşmada, “üst anlam”ı(imge’yi)duyumsamada bir olanaktır…


***

“Şiir sözcüklerle yazılır” sözünü, şiir bir anlam içermez olarak anlamak, Mallarmé’nin sözünü eksik ve yüzeysel anlamanın yanı sıra şiir, küçültür, onu sadece biçime, biçim oyunlarına indirgemek olur.
Bunu yapmaya belki en olanaklı, en yatkın sanat türü sayılabilecek müzikte bile notaların duygusal-düşünsel-vurgusal vb. anlamlardan tümüyle koparılabileceğini düşünemiyorum…
Anlamsız şiir sözü ise(tıpkı anlamsız roman,anlamsız resim,anlamsız müzik, anlamsız yontu vb. gibi) boş bir sözdür.
Anlamsız şiir, şiir olamayan; bir duygu yükü taşımayan, aralarında duygusal- düşünsel- sezgisel iletişim bulunmayan sözcükler toplamı demektir.
Anlamsızdır, çünkü şiir olamamıştır….






Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/050114





4 Ocak 2014 Cumartesi

İÇİMİZ NE KADAR DARALSA DA…


Yeni bir yılın bu ilk yazısına iç açıcı sözlerle değil iç karartıcı cümlelerle başlayacağım için bağışlayın…
Bu satırları yazmakta olduğum 2 Ocak gününün gazetelerine göz gezdirirken “Hürriyet”te birbirini tamamlayan iki köşe yazısı beni durdurdu ve yazımın omurgasını bu iki yazının özeti oluştursun istedim.
Kuşkusuz kendi yorumlarımı da katarak…
***
Başbakan 2014’e Nasıl Bir Ruh Hali İle Girdi” başlıklı yazısında Sedat Ergin, Başbakanın yeni bir yıl öncesinde “Millete Sesleniş”inin harika bir analizini, daha doğrusu dökümünü yapıyor…
Ergin’in saptamasıyla, bu konuşmanın esasını “dua” kavramı oluşturmakta…
Başbakan, dinlemediğim(ve sanırım zaten sonuna kadar dinleme sabrını gösteremeyecek olduğum) konuşmasına, “Biz dualarla yürüyen bir milletiz” diye başlamış…
Konuşmadan yapılan alıntıları okuduğunuzda, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanını değil de, sözgelimi Kanuni Sultan Süleyman’ın bir sefer öncesinde askere hitabını okur gibi oluyorsunuz…
Fakat bu kez düşman “küffar” orduları değil, “Sultan”ın başarılarından rahatsız olan içerdeki ve dışarıdaki herkes…
Kendini dev aynasında gören birinin son çırpınışlarıdır diyerek gülüp geçebilirsiniz…
Gerçi pek de yanlış sayılmaz bu saptama…
Fakat bu kişi, küçük bir topluluk önünde “Minareler süngümüz, kubbeler miğferimiz” sloganıyla başlattığı savaşımını bu gün milyonlara seslenerek sürdürmekte olan biriyse, bu savaş çığırışları küçümsenemez, “hezeyan” denilip geçilemez…
Tayyip Erdoğan içimizi karartmayı sürdürüyor ve belli ki sürdürecek…

***
Yalçın Doğan, “Yerin Altı da Onun,Üstü de” başlıklı yazısında, Başbakanın 16 Haziran 2013 tarihli bir genelgeyle “devlete ait taşınmaz malların kiralanması, kullanımı, devri ve satışı ile ilgili tüm işlemleri kendisine bağladığını” , bununla da yetinmeyerek şimdi yerin altına el attığını anlatıyor.
Şu sözler Ekim 2013’te Van’da yaptığı bir konuşmada söylenmiş:
Ben bütün maden işlerini kendime bağladım. Ne olursa olsun ister mermer,ister altın, ister bakır, ister çinko, bizzat göreceğim dedim. Onayladıktan sonra gerekli adımları atacağız.”
Bu “gerekli adımlar”, halkın malı olan ülke zenginliklerini yandaşlara, eşe dosta, aile bireylerine sunma olsa gerek…
Böylesine bir yetki, aynı zamanda da merak ve hırs, ne hayran olduğu Osmanlı Sultanlarında, ne de nefret ettiği, başta Mustafa Kemal olmak üzere ülkenin kurtarıcılarında, Cumhuriyetin kurucularında vardı…
İnsanın içi gerçekten daralıyor…


***


Bu iki köşe yazısından söz etmişken, yine bu günkü “Hürriyet”te Ahmet Hakan ve Yılmaz Özdil’in yazılarına da değinmeden geçmeyeyim…
Ahmet Hakan “Yeni Adalet Bakanına Sekiz Deli Soru” başlığı altında, tanık olduğumuz, yaşadığımız adaletsizliklerle, hukuk cinayetleriyle ilgili, aklı başında herkesin aklından geçen sorulardan bazılarını sıralayıp Türkiye bir hukuk devleti mi, bir muz cumhuriyeti midir diye soruyor…
Çakma” bakan, bu sorularını yanıtlar mı, yanıtlarsa nasıl yanıtlar bilemem ama, sadece Ergenekon ve Balyoz cinayetleri bile günümüz Türkiye’sinin bir hukuk devleti değil, bir muz cumhuriyeti bile değil, bir çete devleti olduğunu gösteriyor…
Yılmaz Özdil ise “Paralel Devlet” başlıklı yazısında “içi-dışı imam” olan bir devlete artık “laik” devlet denilemeyeceğini özgün üslubuyla vurgulayarak noktayı koyuyor…
2014’e böyle iç karartıcı bir ortamda giriyoruz…

***


İçimiz daralıyor,evet…
Zalim, işkencesi altındaki mazlumu bir de zalim olarak göstermeye çalışırken,alçak alçaklığını yadsıyıp kendisini eleştireni alçaklıkla suçlayacak kadar alçalırken, böyle bir yalan ve arsızlık ortamında nefes almak bile git gide güçleşiyor…
2014’e böyle iç daraltıcı bir ortamda giriyoruz…
Fakat bir doğa yasası olarak şafağın sökmeye başlamasının da gecenin en karanlık zamanına rastladığını biliyoruz…
Ve şafak başladı bile sökmeye…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/040114
ataolbehramoglu@gmail.com



www.ataolbehramoglu.com.tr