30 Ağustos 2019 Cuma

Dişi üstündür

Cinsel birleşme öncesinde dişi ateşböceğinin en çok ışık saçan erkek ateşböceğini aradığını öğrendiğimde, doğanın bu minicik yaratığın dişisine bahşettiği seçicilik özelliğine hem şaşırmış hem hayran kalmıştım. 
Öyle sanıyorum ki insan da içinde olmak üzere, cinsel birleşme yoluyla çoğalan bütün canlı türlerinde dişi seçicidir. 
Dişi, bedenine başka bir bedeni kabul eden, başka bedeni içselleştiren, sonuçta da o başka bedenden gelen bir maddeyi kendi bedeninde muhafaza ederek soyun sağlıklı olarak sürekliliğini sağlayan olduğu için, seçici olmak zorundadır.

***

Seçicilik özelliğinin yanı sıra, insan yaşamının en yakın yoldaşlarından kedilerde ve köpeklerde, dişinin (annenin) koruyuculuğunu hepimiz gözlemlemişizdir. 
Bu türlerde dölleme işlevini tamamlayıp dişiyle ve bu işlemin sonucuyla hiçbir ilişkisi kalmayan erkek çekip gittikten sonra gebeliğin çilesini çekmeye başlayan dişi kedi ya da köpek, yavruladıktan sonra yavrularını beslemek ve korumak için kaplan kesilir, en büyük sıkıntılara göğüs gerer. 
Aile oluşturan hayvan türleri olduğunu da biliyoruz. Fakat ister doğursun, ister kuluçkada yumurtayı sıcak tutarak yavrunun oluşmasını sağlasın, türün sürekliliğinde esas olan dişinin çilesi, özverisi, çabasıdır.

***

Bütün canlı türleri içinde insanın en bilinçlisi olduğuna kuşku yok.
Fakat en iyisi, en vicdanlısı olduğunu söylemek o kadar kolay değil. 
Vicdan kavramını insan türü dışında kalan canlılara da ilişkin olarak düşünmek yadırgatıcı görülebilir. 
Buna yanıtım o dünyayı henüz yeterince tanımıyor oluşumuzdur. 
Tanıdıkça çok şaşırtıcı verilere ulaşılacağını tahmin ediyorum. 
Fakat yazının konusu bu değil. 
Erkek ve dişi türler arasındaki farklılık konusuna dönecek olursak, ben insanda da tıpkı bütün doğada olduğu gibi, dişinin erkeğe açık ara üstün olduğu kanısındayım. 
İnsanın dişisi de erkeğe göre daha seçicidir. 
Daha dayanıklı, daha sabırlı, daha gözü pek, daha çalışkandır. 
Büyük ölçüde türün sağlıklı devamı, yavrunun korunması için doğanın insan türünün dişisine de armağandır bu.Bunları söylemekle kadını bir doğum makinesine, türün sürekliliğinin aracı durumuna indirgemek istemem.
Doğa, söz konusu nedenle ilgili, fakat bu nedeninin de üzerine yükselerek, dişiye (insan türünde kadına) üstün özellikler kazandırmıştır.
En azından bugün böyledir bu. Sosyal statüde erkekle kuşkusuz eşit haklara sahip olan kadın, yukarıda sıraladığım ve başkaları eklenebilecek kişisel özelliklerle erkekten üstündür...

***

Böyleyken, sadece Türkiye’de değil, belli ölçülerde bütün dünyada erkeğin kadına uyguladığı şiddeti nasıl açıklayacağız? 
Tek tek olguların incelenmesi bir başka konu, fakat genelde baktığımızda bunun nedenlerinden biri, ne kadar paradoksal görünse de, yukarıda ileri sürdüğüm görüşle ilgili olabilir... 
Yani kadının üstünlüğüyle... 
Kas gücü bakımından kendisinden daha zayıf varlığın kişilik gücü karşısında kendini aşağılanmış hisseden erkek, şiddete başvurarak daha da alçalmaktadır. 
Bu şiddetin ülkemiz bakımından toplumsal nedenleri ise yeterince açıktır. 
Feodal dönemlerden, köleci toplum çağlarından kalma; kadını cariye, ikinci sınıf bir insan, erkeği onun efendisi sayan çarpık görüş, geniş toplumsal kesimlerde etkinliğini sürdürmektedir. 
Cumhuriyet devriminin kadına sağladığı kişilik hakları, kadının yurttaş olarak erkekle eşitlenmesi, bu toplumsal kesimlerde ne yazık ki, ya hiç ya da yeterince içselleştirilmemiştir. 
Kadın bu hakların bilincine varabildiği ölçüde de erkek egemen toplumun daha çok şiddetiyle karşılaşmaktadır. 
Mevcut siyasal iktidar ise her konuda olduğu gibi bu konuda da çağdaşlık değerlerini tersinden okumakta, kadına saygı görünüşü ardında onu tekrar feodal değerlerin tutsağı yapmak, evinin kadını aldatısı ardında erkeğin kölesi ve cariyeliğine indirgemek için elinden geleni ardına koymamaktadır. 
Kesin çözüm, erkek egemen toplum anlayışından ve kurumlarından kurtulmadadır.

23 Ağustos 2019 Cuma

HAKSIZLIĞI KİTABA UYDURMAK

     
       Başka dillerde var mıdır, varsa nasıl söylenir bilmiyorum, fakat üç büyük şehir belediye başkanının görevden alınmasına ilişkin bakanlık açıklamasını okuduğumda aklımdan  geçen ,
bizdeki “kitabına uydurmak” sözü oldu.
        Kitabına ya da kitaba uydurmak; akla, vicdana ahlâka ne kadar aykırı olursa olsun ,  bir kötülüğe, bir haksızlığa, bir kanunsuzluğa yasal kılıf uydurmak anlamında kullanılan deyim.
Böyle olunca yapılması gereken, kılıf olarak kullanılan yasayı ya da yasaları gözden geçirmek olmalı. Biz de öyle yapalım…

                                                            ***
        Bakanlık gerekçesinde yürürlükteki anayasanın 127. Maddesinden söz ediliyor. Bu madde  aynen şöyle:” Mahalli idarelerin seçilmiş organlarının , organlık sıfatını kazanmalarına ilişkin itirazların çözümü ve kaybetmeleri , konusundaki denetim yargı yolu ile olur.  Ancak görevleri ile ilgili bir suç sebebi ile hakkında soruşturma ve kovuşturma  açılan mahalli idare organları veya bu organların üyelerini, İçişleri Bakanı, geçici bir tedbir olarak , kesin hükme kadar uzaklaştırabilir.”
          Maddede açıkça görülen, “görevle ilgili suç” konusunda “denetim”in (kovuşturmanın) “yargı yolu” olduğu,  fakat İçişleri bakanına uygulamada yargının da üstünde bir rol verildiğidir.
         Seçimle gelmiş bir yönetimin yargı denetiminde olması doğaldır.
        Fakat  yürütme organına  bir yargı merciiymiş gibi böyle bir hak verilmesi en baştan tartışmaya açıktır.
          Yukarıdaki maddede geçen “suç” sözünün de “suç isnadı”, “suçlama” olması gerektiği kanısındayım….
      Bakanlık açıklamasında bu anayasa maddesinin yanı sıra sözü edilen Belediye Kanunun 47.maddesinde de hemen hemen aynı sözcüklerle aynı şey tekrar edilmekte.
          İçişleri bakanına, bir yürütme organına böyle bir yetkininin verilmesi , “mahalli idare”yi yürütmenin herhangi bir alt organına indirmekte, yürütmeye yargının da üzerinde bir güç kazandırmaktadır.
             Bana kalırsa, görevden alınmalar ve kayyım atamaları konusunda öncelikle tartışılması gereken budur.
              Böyle bir yetkiye sahip olan bir yürütme organının,  herhangi bir başka belediye başkanını, uydurma bir ihbar ya da suç isnadını gerekçe göstererek görevden almaması için “kitaba uydurma” bakımından hiç bir engel bulunmamaktadır….

                                                                             ***
    Şimdi “kitabı” bir yana bırakarak somut gerçeklikler üzerinde duralım.
    Kamu vicdanı, Diyarbakır, Van ve Mardin Belediye Başkanlarının görevden alınmalarının , söz konusu Bakanlık  açıklamasında sıralanan  “suç”larla değil; HDP’den intikam almakla, bu partiye göz dağı vermekle  ilgili olduğunu biliyor, görüyor, hissediyor.
       Aynı kamu vicdanı, iktidardaki partinin, başındaki kişinin, ortağının, “bakan” vb. titri taşıyan  bütün bu siyasetçilerin, demokrasiyle, hukukla ,   bu değerlere karşı olmak dışında  herhangi bir ilgileri  bulunmadığını da, artık büyük bir çoğunlukla görüp hissediyor.
         İktidarı ellerinde tutmakta olan bütün bu kişilerin ve çevrelerin sıkıntıları, pervasızlıkları  da bunu bilmekten geliyor.
          Bu gün âdil bir seçim yapılsa, hiş bir ciddi hukuksal dayanağı bulunmayan tek adam yönetimiyle birlikte yıkılıp gideceklerini biliyorlar.
          İstanbul seçim sonuçlarının yarattığı ölümcül korkuyu iliklerinde hissetmeleri devam ediyor ve edecek.
        Bu nedenle  de yapamayacakları hiçbir kötülük, hiçbir  hukuk dışılık yoktur.
        Üç belediye başkanının görevden alınmasını sadece HDP’ye yönelik bir girişim olarak görmek büyük yanılgı olur.
           Hedef bütünüyle demokrasi, bütünüyle muhalefet, bu baskıcı yönetime karşı olan herkestir.
            Bu gün “kitabına uydurma” görünümü altında yapılan haksızlıkların, kanunsuzlukların,
böyle bir kılıfa gerek duymaksızın da yapılabileceği ise  bu gibi yönetimlerin doğası gereğidir.


Ataol Behramoğlu/”Kültür ve Siyaset”/210819
 

15 Ağustos 2019 Perşembe

ÇORUH AKŞAMLARI (*)

   
    Ders kitaplarında yer almamış olsa adını korkarım çok az şiir severin bileceği Ömer Bedreddin Uşaklı benim çok sevdiğim bir şairdir.
     Bu çok sevmek sözünü rastgele kullanmıyorum.
    Çünkü o,  on yıl önce bu sütunda, sonra “Yurdu Teninde Duymak” adlı kitabımda yayınlanan  “Kaçkar Dağları Dumanlı” başlıklı bir yazımdaki  sözlerimle söyleyecek olursam, “memleketçi şiirimiz”in ilk ve en güzel ustalarındandır…
    Yine  aynı  yazıda adını andığım “Çoruh Akşamları” ve yanı sıra “Bataklık Güneşleri” adlı şiirleri beni her okuyuşumda ürperten güzelliktedir…
    Sözünü ettiğim yazı Artvin’i ve Çoruh nehrini ilk kez görmenin heyecanıyla yazılmıştı…
    “Çoruh Akşamları”nı ve şairini anımsayışımın Artvin’deki direnişle ilgili olduğunu tahmin edersiniz…
       İzninizle bu yazıdan, Şavşat yönünden geldiğimiz  Artvin’e ilişkin bir bölümü almak isterim:
  “Artvin önce dağlar arasından yüzünün bir yanını gösteriyor…
Az sonra bu –dağdan yapılma- (peçe,yaşmak,ne derseniz deyin) örtü açılacak ve yalçın bir tepenin dimdik eğimli  yamacına yapışmış gibi duran kentin tümü görünecektir…
İnsanın başı dönüyor…Bu evler aşağıya, Çoruh Vadisi’ne uçmaz mı?
Fakat hayır,bu yalçın kayalı dağlar Artvin’i kucaklamış, bağrına basmış.Artvin onların çocuğu, bir parçası…”
     Evet. Altın ve bakır çıkarmak için parçalanmak, delik deşik edilmek istenen böyle bir coğrafyadır…
                                                                 ***
     “Sıradan yurttaş”ımız genellikle şöyle düşünmeye yatkındır:
     Altın ve bakır çıkarılmasına neden karşısınız?
  Siz ülkemizin zenginleşmesini istemiyor musunuz vb…
   Bu insanlarımıza şunları anlatmak gerekir:
  Bir ülkenin, insanıyla birlikte asıl ve en büyük zenginliği doğasıdır.
  Türkiye doğasal güzellikleriyle gezegenimizin eşsiz, benzeriz bir ülkesidir.
  Her yere rastgele iş makineleriyle, kazmalarla giremezsiniz.
 Bunu hele o yörenin insanlarının iradesine karşı yapamazsınız.
Kaldı ki, böyle bir  coğrafya, eninde sonunda bitecek olan altına ve bakıra karşı, turizm değeriyle ve olanaklarıyla, ülkemize kat kat ve bitimsiz zenginlikler taşır…
Onlara şöyle bir örnek de verebilirsiniz: Diyelim ki tarihsel anlamı ve değeri olan bir mekânın, örneğin Süleymaniye’nin ya da Topkapı Saray’ının altında değerli bir madenin bulunduğu keşfedildi. Camiyi ya da sarayı bu madene ulaşmak için yıkacak mıyız?
 Söz konusu yurttaşa bunları anlatabiliriz ve anlatmalıyız…  Fakat talancı, sömürücü, ahlâksız,  “millet” ve yurt duygusundan yoksun, para ve mal mülk hırsını her şeyin üstünde tutan  bir anlayışın temsilcilerine karşı ne yapılabilir?
 Yapılması gereken, sadece ve ancak Cerattepe direnişçilerinin yaptığıdır…
 Bu kahramanca, özverili, gözü pek ve yurtsever direniştir…
Kalbimiz onlarla birlikte ve bedenlerimizle de yanlarında olmaya hazırız…
Cerattepe’de doğa ve halk düşmanlığı  kazanamamalıdır  ve kazanamayacak…
                                                             ***
  “Çoruh Akşamları” nın bir yerinde şair bu nehri  zincirlenmiş bir esire benzeterek şöyle diyor:
   “Girdapların kararmış gözleri süzülünce
     Korkunç birer dev gibi sulara girer dağlar
    Karlı dağlar ardından titrek bir ay gülünce
  Çoruh zincir içinde bir esir gibi ağlar…
   Korkunç birer dağ gibi sulara girer dağlar…”
   Yurdumuzu yurt sevgisinden, vicdandan, “millet” saygısından yoksun soygun çetelerinin  elinde  “zincir içinde bir esir gibi” ağlatmayacağız, ağlatmamalıyız…

(*)27 Şubat 2016’da”Cumartesi Yazıları” köşemde yayınlanan bu yazıyı, “maden çıkarma” konusunun tekrar güncelleşmesi nedeniyle yeniden yayınlamak istedim. Bu arada Cerattepe’deki kıyımları durdurmak için  Ağustos 2017’de AYM’ye yapılan başvuru dosyasının orada   beklemekte olduğunu öğrendim. Yüksek mahkemelerden adalete, vicdana, yurtseverliğe uygun kararlar beklemek hakkımızdır.

9 Ağustos 2019 Cuma

VATAN SATMAK


    

Bir şeyin satılabilmesi için onun bir meta olması ve satan kişiye ait olması gerekir.
Böyle bakıldığında, vatan bir meta değil ki, nasıl satılacak diye düşünülebilir.
Kaldı ki o bize değil biz ona aidiz.
Kuşaklar gelir geçer, vatan bulunduğu yerdedir.
Mülkiyeti bizim olan bir mülk değil ki, nasıl satalım?
 Fakat vatan severlik, vatana ihanet gibi kavramların yanında  vatanı satmak kavramı da kendine yer buluyor.
  Şimdi bu kavramın nasıl bir şey olduğunu araştıralım…
   Fakat bunu yapmadan önce biraz daha farklı bir kavram üzerinde, ruhunu şeytana satmak kavramı üzerinde durmak isterim.

                                                               ***
       Öncesi  mutlaka olmalı, fakat bildiğim kadarıyla  ruhunu şeytana satan en ünlü kişi, bu bir roman(tragedya vb.) kahramanı da olsa , Goethe’nin Faust’udur.
        Dr.Faust yaşlılığında,yeniden gençlik gücü  ve bu gücün avantajlarını  kazanmak için şeytanla bir sözleşme yapar.
        Bu sözleşme, özetle,  bedensel zevklere yeniden ulaşma uğruna kişiliğini şeytanın emrine vermektir.
       Yaşamın doğal akışına aykırı böyle bir sözleşmenin söz konusu kişinin mahvına yol açacak olması en baştan bellidir.
          Nitekim öyle  de olur.
          Ruhunu şeytana satan kişi, uğruna bunu yapmayı göze aldığı sevgilinin yok olmasına  neden olacak ,bu yok oluşa göz yumacak ölçüde alçalarak  kendisi de  kişiliğini tümden yitirip yok olacaktır.

                                                            ***
            Ruh ya da kişilik, meta olmamasına karşın alınıp satılabiliyor.
            Vatan ise, bir kavram olmanın ötesinde, taşıyla toprağıyla, deniziyle ormanıyla, bütün maddi varlığıyla, yaşayan, canlı bir varlıktır.
            Bir ülkede elinde siyasal erki tutan güç, bu maddi varlığı bütünüyle, ya da kısmen,parça parça satabilir.
             Bu erkin, özel mülkiyet alanlarına girmesi  büsbütün olanaksız değilse de, kuşkusuz daha güçtür.
              Fakat kamu alanı söz konusu olduğunda, kendini daha rahat hissedecektir.
               Ülkemizde şu anda yaşanmakta olan tam olarak budur.

                                                                       ***
               Bu gün, demokrasinin olanaklarında yararlanarak bulunduğu yere gelmiş olup bu demokrasiyi şimdilik gücü yetebildiğince ortadan kaldırmış olan  siyasal erk, kamuya ait varlıklar  üzerinde babasının malıymış  gibi istediğini yapıyor.
                Kaldı ki  babanızın malı üzerinde bile  böylesine keyfi, böylesine yasa tanımaz ve kural dışı  davranamazsınız.
               Örneğin evinizi yıkıp bir yenisini keyfinizce yaptıramazsınız.
               İzne ve ölçülere bağlıdır.
              Daha uygarlaşmış ülkelerde bu ölçüler çok daha sıkı sınırlar içindedir.
                Bu gün bizde yaşanmakta olanlar ise, Güney ve Kuzey Amerikaların işgal ve iskân dönemlerinde  olanları anımsatıyor.
                   Vatan topraklarımızın üstü ve altı, ormanlarımız, denizlerimiz, bütünüyle vatanımız, ölçü ve kural tanımazca satılıyor, kiralanıyor,işgal ediliyor, yağmalanıyor.
               Bunu yapan güç gözü dönmüşçesine, akıl ve vicdanla bütün köprüleri atmışçasına, 
gemileri yakmışçasına, ruhunu şeytana satmışçasına, milletle arasındaki bütün bağları koparmışçasına, tek silahı olan yalan ve tehdide sarılarak yoluna devam ediyor.
              Daha doğrusu devam etmek istiyor…
              Bunu böyle sürüp gidemeyeceğini Pazar günü katıldığım Kaz dağları direnişindeki binlerin coşkusunda, bilincinde, kararlılığında   bir kez daha, yerinde ve  somut olarak  gördüm…
         Vatan ve millet kalıcıdır.
          Ruhunu şeytana, altına, iktidar hırsına satmış vatan satıcılarının sonları ise hızla yaklaşıyor…

Ataol Behramoğlu//Kültür ve Siyaset/070819