3 Ekim 2019 Perşembe

AHRET-AHRETÇİLİK


    
      Çocukluk  ve ergenlik yıllarımın büyük bölümünün geçtiği Çankırı’da biz çocuklar kendi aramızda da ahret sözcüğünü sıklıkla kullanırdık.
      Örneğin kafesteki bir kuşu özgürlüğe salarken söylenen “azap mezet yarın ahirette beni gözet” tekerlemesi aklımda o günlerden kalmıştır…
      “Yarın ahrette…” diye başlayan cümleler de…
       “Yarın ahret…” bu günlerde yapılan kötülüklerin, yanlışların, işlenen günahların hesabının  verileceği yer ve zamandır…
        Özellikle çocuklukta söylenen bu sözler herhangi bir katı dinsel inanışın ürünü değil, saf bir iyilik inancının, günlük yaşam kültürünün ürünleriydiler…
       Sonraki yıllarda iyilik inancı kişiliğimde çocuksu duygusallığın ötesinde-bence onu da içererek- bir dünya görüşü, bir felsefe, uğruna mücadele edilecek bir hedef olarak yerini alırken, ahret(ahiret) dine ilişkin bir  kavram olarak kaldı.
         Bu kavramı bir gerçeklik, hatta başta gelen gerçeklik olarak algılayanlarla(yeri geldiğinde tartışma, bazen şakalaşma dışında ) bir sorunum olmadı. Kişisel olarak kaldığı ölçüde böyle bir sorunun nedeni de olamazdı kuşkusuz. Fakat ahret fikri bir zorlamaya, “ahretçilik”  de bir ideolojiye ve dayatmaya dönüştüğünde hesaplaşmak kaçınılmaz olur…

                                                           ***
“Ahretçilik”le bir kavram olarak ilk kez Suat Sinanoğlu’nun “Türk Hümanizmi adlı muhteşem yapıtında karşılaştım.
    Daha öncelerde de bir çok kez yazdığım ve konuşmalarımda dile getirdiğim gibi bu kitap bence Atatürk’ün kişisel(ve Cumhuriyetin genel) felsefesi için eşsiz değerde bir başyapıttır.
      Şu anda elimin  altında olmadığı için söz konusu kavramanın hangi sayfada hangi bağlamda geçtiğini söyleyemiyorum.
        Fakat sanki Latincesi ve kısa bir tarihçesi de veriliyordu.
        Özetle, Ortaçağlar kilise ideolojisinin bir kavramıydı bu.
        Önemli olanın, asıl olanın bu dünyadaki hayat değil ölüm sonrası olduğu…
        Bugün o çağlarda din adına işlenen cürümlere, zulümlere ve dinin siyasal iktidar oluşunun sonuçlarına bakıldığında ahretçiliğin dinsel bir ideoloji değil bu dünyaya ilişkin bir sapma, yalan, korkutma ve sömürü aracı olduğu apaçık görülmekte.

                                                                ***
         Söz konusu kavramla ilişkili olarak internette bir gezinti yaparken Cumhuriyet’in ilk dönem aydınlarından, Kadro dergisi kurucularından Vedat Nedim Tör’ün “Osmanlı Hastalığı” başlıklı bir yazısıyla karşılaştım. Yazar bu hastalığın “aşağılık duygusu”, “sorumluluk korkusu”, “övülme bağımlılığı”, “maymun iştahlılık” gibi arazları arasında “ahretçiliği” de sayarak şunları söylüyor: “ Osmanlı efendisi ve Osmanlı softası  Türk insanının sefalet, mahrumiyet,ıstırap karşısındaki yüksek mukavemet kudretini ahretçilik serabı ile istismar etti. Hayat ahrete götüren bir köprüdür.. Aslolan ölümdür… Dünya yalandır…vb..”
      Tıpkı Suat Sinanoğlu gibi DTCF’den hocamız Mustafa Akdağ’ın da 8 Ocak 1968’de Ulus gazetesinde
“Devrimci Türkiye’de Yeniden Ahretçilik Akımı” başlıklı bir yazısının  yayınlanmış olduğunu gördüm. Bu yazıya da mutlaka ulaşmalıyız…
 
                                                                      ***
             Akdağ Hocanın, tıpkı öteki aydınlanmacı düşünürlerimiz gibi sözünü ettiği  bu akım, yandaşlarından birinin şu sözlerinde özetleniyor
         “İnkârcılar dünyayı ahiret için geçici bir yaşam bölgesi olarak hazırlayan Allah’ın Kuran-ı Kerimdeki uyarılarını dinlememiş olmanın bedelini inanmadıkları ahrette ağır şekilde ödeyeceklerdir.”
                   Şimdi bu tehdide göre, kansere karşı mücadelesinde hayranlık verici bir örnek sergileyen , bu nedenle de  profesör ve yazar titri taşıyan kimilerince “laik dünya görüşüne sahip olduğu”, “yaşamı önemsediği”, “hastalığını sevmediği” için  ölümünden sonra hedef tahtasına oturtulan o canım, o güzelim genç kızımız şimdi de öteki dünyada  sorguya çekilmekte…
          Kavramların böylesine ters yüz edilişi, bu utanmazlık ve bu  vampirce acımasızlık,  akıl ve aydınlanmanın ulaştığı aşamalar düşünülürse,  beyin ve ahlâk çürümesi yarışında  Ortaçağ kilisesini de  Osmanlı softasını da gerilerde bırakmış oluyor…  

Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/021019

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.