Topluluklar önünde şiirlerinizi
okuyarak ülkenizi dolaşırken paha biçilmez kazanımınız bu ülkenin sorunlarını yerinde görüp öğrenmek,
insanıyla tanışıp görüşmek, coğrafyasını solumak oluyor…
Daha şiirsel bir deyişle, bu gezileri
anlattığım kitabımın adındaki gibi, yurdunuzu teninizde duyuyorsunuz…
Kuşkusuz her zaman ve hep mutluluk veren bir buluşma değil bu…
Sevinçlerin üzüntülerin at başı
gittiğini söylemek belki daha doğru…
***
Bu yılın ilk gezisi Adana’ya idi…
Adana Büyük Şehir Belediye Başkanı
Hüseyin Sözlü’yle Kültür Dairesi Başkanı Ozan Aksu’ya kusursuz organizasyonları
için teşekkür borçluyum.
Altın Koza törenlerinin de yapıldığı
salon ve balkonlar dolmuştu.
Haluk’la yirminci yılını
tamamladığımız dinletilerimizin en güzellerinden biriydi.
Çukurova toprağına, bu toprağın
Karacaoğlan’dan günümüze yaratmış olduğu sanat ve kültür değerlerine yaraşan
bir buluşma oldu…
TUYAP Çukurova kitap fuarı da tıklım tıklım doluydu ve imza
kuyrukları uzayıp gidiyordu…
***
Adana’yı bir çok kez görüp gezmiş
olmama karşın, bu kez zaman azlığı nedeniyle Seyhan üzerindeki tarihi taş
köprüyü otel odasının penceresinden görmekle yetinmek zorunda kalışım içimde
de bir eksiklik duygusu olarak kaldı…
Yayalara özgü o köprünün üzerinde
durarak gelip geçenlere baktığınızda
bir Yılmaz Güney
filmi izliyor gibi olursunuz…
Özetle, yoksul ve gururlu bir halkın
geçit resmi gibidir bu…
Oradan baktığınızda Yaşar Kemal’i,
Orhan Kemal’i, Yılmaz Güney’i daha iyi anlarsınız…
Elbette Demirtaş Ceyhun’u, Mersinli
de olsalar Özdemir İnce’yle Nihat Ziyalan’ı
ve o toprakların yetiştirdiği başkaca yazar, şair, sanatçı dostları da…
***
Bu kez taş köprüden geçememiş olsam
da dönüşte hava alanına gitmeden önceki yaklaşık bir saatlik zamanı hızlı bir
araba turuyla değerlendirebildim……
Sakıp Sabancı’nın kente armağan
ettiği olağandışı büyüklükteki cami,
içinde ya da çevresinde tek bir yaşam kıpırtısı olmaksızın her zamanki yerinde
durmakta…
Organizasyonu yapan kuruluşun şoförü
olan delikanlının tekstil mühendisi olduğunu öğreniyorum bu arada…
Herhangi bir mesleği küçümsemek
aklımdan geçmez, fakat herkesin kendi eğitim alanında bir iş sahibi olması
gerekmez mi?
Sohbetimiz sırasında söz
Sabancı’lardan açılmışken, bu aileye ait tekstil fabrikalarının da kapanmış
olduğunu öğreniyorum…
Öyle ya, Çin başta olmak üzere başka
ülkelerden daha ucuz iş gücüyle üretilmiş dokuma ürünlerini almak varken bizim üretmemizin gereği ne!..
Önünden geçmekte olduğumuz bina ise
bir zamanlar Tekel fabrikası imiş…
Her yerde olduğu gibi burada da işsiz kalan
Tekel işçileri kim bilir nerede, ekmek kavgası içindeler…
Çukurova denildiğinde akla ilk
gelen pamuk üretimi de bıçak gibi kesilmiş…
Bu nasıl bir ülke!..
Tarım son nefesini vermekteyken
fabrikalar da bir biri ardına
kapatılmakta ya da satılıp savılmakta…
Hâlâ nasıl ayakta
kalabildiğimizi ben anlayamıyorum…
Bunu sorduklarımdan da
açıklayıcı bir yanıt alamıyorum…
***
Türkiye’nin en büyük köyü diye de
adlandırılan bu sevgili ve tarihi şehrimize ülkemizin daha küçük ölçekte bir
modeli de diyebiliriz…
Çalışkan, fakat iş alanları giderek
daraldığı için gittikçe yoksullaşan bir halk…
Cumhuriyet Türkiye’sinin
yarattığı,aydınlığa, çağdaşlığa, uygarlığa,sanata, kültüre susamış, hiç de küçümsenemeyecek sayıda aydın topluluklar ve pırıl pırıl bir
gençlik…
Talancı, yalancı, soyguncu,
vurguncu, baskıcı bir yönetimin ülkenin
başına bir kara bela gibi çöreklenmiş olmasının yarattığı çıkışsızlık ve
karamsarlık duygusu…
Fakat her şeye karşın kıpırtıları
ufak ufak duyumsanmaya başlayan baharın Çukurova’nın bereketli topraklarında
yine de yeşerteceği kuşkusuz
iyimserlik ve umut
tohumları…
Adana-Çukurova izlenimlerimin
özeti bu kez böyle…
Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/240115
Bugün(Cumartesi)Manavgat’taki şiir-müzik
dinletimizde,yarın(Pazar) Antalya ADD’nin ülke sorunlarıyla ilgili
konferansında,aynı gece Burdur’da şiir-müzik dinletimizde olacağım… Salı
günü ise genç avukatların konuğu
olarak Eskişehir Yunus Emre Kültür Merkezindeyiz…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.