6 Eylül 2014 Cumartesi

GÜZE GİRERKEN…


Mevsim değişmeleri yaşamlarımızda da dönüm noktalarıdır.
Birkaç gündür sessizce Eylül’deyiz…
Aile büyüklerinin hır gürü,dikkatsizliği, özensizliği arasında, fark edilmeksizin, yaşamlarının bir döneminden bir başka dönemine sessizce geçen çocuklar vardır…
Bu yılın Eylülünü bu çocuklara benzetiyorum…
Bu sessizce değişimin, kaçımız, ne kadar farkındayız?
Şimdi bana soracak olsanız, bu konuda kendi adıma benim de çok açık bir yanıtım yok.
Gökyüzünde, toprakta ne gibi değişmeler oluyor?
Siyasetin, şiddetin, yalanın, günlük itişip kakışmanın yorup bulandırdığı zihinlerimiz, doğadaki değişimlerin ayrıntılarıyla
ne ölçüde ilgili?
İnsanlığımızı büsbütün yitirdik mi?
Şiir, resim, içtenlik, çocuksuluk, saflık, iyilik, tümüyle bırakıp gitti mi bizi?
Mevsimleri küstürdük mü?
2014 güzünün kapısını aralayan Eylül, onun için hiçbir şey söylemeksizin, ona hoş geldin demeksizin; onun saniyelerini, dakikalarını, günlerini, bir tekini bile kaçırmaksızın yaşamadan, sessizce silinip gidecek mi yaşamlarımızdan?


***
Bu yazıyı, Perşembe günü,uluslar arası bir çevirmenler kurultayının çağrılısı olarak geldiğim. Moskova’da yazmaya başladım…
Moskova, kuşkusuz, bir kış şehridir.
Çok yıllar önce, Moskova Üniversitesinde yüksek lisans öğrencisi olduğum günlerin ıssız kış gecelerinde, üniversitenin çevresindeki ağaçlı yollarda, boş alanlarda, bağıra bağıra alaturka şarkılar söyleyerek içimi ısıtırdım…
Ülkemizdeki zulmün adı o sırada 12 Mart’tı…
Sonraki birkaç yıl sürecek görece özgürlük ortamında, üniversitedeki çalışmamı da az çok tamamlayıp dönmüştüm ülkeye…
80 öncesindeki o birkaç yılda, İstanbul’u, mevsimlerini, kana kana ve belki son kez yaşamıştık…
O kısacık dönem sanki, güz ortalarında kısa bir süre için yüzünü gösteren yalancı yaz gibiydi.
1960’ların güneşini yansıtıyordu…
Çok geçmeden birbirini izleyen cinayetler, 1980’in 12 Eylülünü 2010’un 12 Eylülüne bağlayan ve belirsiz bir geleceğe doğru sürmekte olan uğursuz dönemi başlattı…
Mevsimlerin bize küskünlüğü ve bizim onlara umursamazlığımız, bu son otuz yılda birbirini izleyen karanlık süreçlerin ürünüdür…


***
Yaşamlarımız ellerimizin arasında su gibi, kum gibi akıp gidiyor…
Sırtımızı yıllanmış bir çınar ağacına yaslayıp ciğerlerimizi doğanın kokusuyla doldurup, gözlerimizi rengiyle yıkamaksızın…
Bir mısır tarlası içinde kaybolmaksızın…
Parmaklarımız yeşil ceviz kabuklarıyla, dudaklarımız dallardan kendi ellerimizle topladığımız kara dutlarla kararmaksızın…
Çoğumuz, yaşadığımız kentin, mahallenin, varoşun dışına adım atmaksızın. Daha kötüsü, bu konuda artık ya da zaten hiçbir zaman istek duymaksızın…
Yaz mevsimini bir kez daha geride bırakıp güze girdiğimizi duyumsayamaksızın…


***
Dün gece geç saatte başladığım yazıyı kaldığım yerden Cuma günü sürdürüyorum…
Bir yandan da büyük bir partimizin olağanüstü kurultayındaki konuşmaları internet üzerinden izliyorum…
Eylül güneşi otel odasının penceresini, gökyüzünü, bulutları aydınlatıyor…
Kötülüğe, karanlığa, yaşama sevinci düşmanlığına, alçaklığa ve alçalmaya teslim olmamak; umudumuzu diri tutmak için bu Eylül güneşinin gülümseyişi bile yeter diye düşünüyorum…



Ataol Behramoğlu/ Cumartesi Yazıları/060914

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.