16 Nisan 2016 Cumartesi

İstanbul işgal altında

İstanbul’u görmemiş ya da semtlerini, caddelerini yeterince tanımayan okurlarımdan özür dileyerek işgal altında bir günün öyküsünü paylaşmak istiyorum.
Perşembe günü öğleden sonraki bir saatte bir toplantıdan Beşiktaş’taki evime dönmek üzere arabayla Tophane yokuşundan “Meclis-i Mebusan” Caddesi’ne indim.. 
Karaköy - Kabataş arasındaki bu caddede trafik çoğu zaman sıkıntılıdır. Fakat o saatte bu kadarı fazlaydı. Bir kilometreden çok tutmayacak yolu en az yarım saatte aşarak Kabataş İskelesi yakınlarına ulaştığımda yolun kapatılmış olduğunu, genç bir trafik polisinin arabaları gerisin geriye yönlendirmekte olduğunu gördüm… 
İster istemez dönerken bir an polisin yanında durarak caddenin kapatıldığını gösteren bir uyarı levhasının daha gerideki bir yere neden konulmadığını, işkence olsun diye mi boşu boşuna bu kadar sıkıntıya sokulduğumuzu sormayı düşündüm, fakat birbirini yapışırcasına izleyen araba akışı nedeniyle bu olanaksızdı. Yine ister istemez, çobanın yönetimindeki sürünün bir bireyi olarak yönlendirildiğimiz yöne doğru devam ettim… 
Kargacık burgacık ve ürkütücü diklikte dönemeçler ve yokuşlar aşarak arka sokaklardan Gümüşsuyu’na ulaşmayı başardığımda bu kez Dolmabahçe yönünde geçilmez trafik yoğunluğuyla karşılaştım. 
Taksim yönüne döndüm… Bir zamanların AKM’sinin şimdiki hayaletinin önünden geçip Gezi Parkı’nın arkasındaki caddeden yüz metre kadar aşağıya güç bela ulaştığımda ise orada da Dolmabahçe’ye inen caddenin kapatılmış olduğunu, Maçka’ya doğru da geçit verilmediğini görerek yine ister istemez Elmadağ yönüne saptım… 
Ve o zaman gerçekten de işgal altında bir şehirde olduğum duygusunu yaşamaya başladım… Bütün girişler, köşe başları polislerce tutulmuştu… Arabalar kaplumbağa hızıyla ilerlemekteydi… Elmadağ’dan Valikonağı Caddesi’ne en yoğun trafik akışında on - on beş dakikada geçilebilecek mesafeyi aşmam bir saati bulmuş olmalıdır… 
Sonrasında gece işkencesi başladı… 
“BirGün” gazetesinin Asmalımescit’teki kutlama yemeğine katılmak üzere eşimle çıktık… 
En kolay yolun otobüsle Taksim’e gidip oradan metroyla Asmalımescit’e ulaşmak olduğuna karar vererek Beşiktaş’ta otobüse bindik. Gümüşsuyu yokuşuna kadar olan mesafeyi oldukça rahat geçtikten sonra otobüs AKM yakınlarında durdu ve şoför ayağa kalkarak yolculara yolun ileriye doğru kapalı olduğunu bildirdi… 
Bir süre yürüyerek ulaştığımız Taksim Meydanı sözcüğün tam ve gerçek anlamıyla felç olmuştu… Zincirleme bir kaza olmuşçasına bütün her yerde arabalar birbirine girmiş, kimileri sanırım farklı yollardan kaçmaya çalışırken ters yönlere dönüp öylece kalmışlardı… Bir deprem sonrası ya da az önce bombalanmış bir kent görünümüydü bu… 
Böyle rezil ve zavallı bir görünümle yaşamım boyunca ne kendi ülkemizde ne başka bir ülkede hiçbir zaman karşılaşmadım… 
Alanın tam ortasındaki metro girişine yaklaştığımızda çevresinin bariyerle kapatılmış ve üzerine de beton dökülmüş olduğunu görmek şaşkınlıktan da öte bir duyguydu…
Sonunda ulaşabildiğimiz Asmalımescit’ten bu kez taksiyle Beşiktaş’a dönüş pek fazla güç olmadıysa da Beşiktaş Caddesi’nden Kadıköy Vapur İskelesi’ne açılan sokak, oraya birkaç yıl önce kondurulan bilmem ne otelinin önünde, araçlara ve yaya geçişine çoğu kez olduğu gibi yine kapalıydı… Barbaros Bulvarı girişindeki trafik ışıklarının iki yanı ise karşıya geçmek için bekleşen yayalarla doluydu… Polis taksinin daha ileri gitmesine izin vermedi ve biz de bekleşen yaya kalabalığına katıldığımızda mesele anlaşıldı… Geçiş izni yoktu… Az sonra onun nedeni de anlaşıldı… Kulak tırmalayan siren çığlıkları eşliğinde ve gerçekten de bir işgal ordusu konvoyu gibi, siyah, zırhlı araçlar, göz kamaştıran yanar döner ışıklar saçarak art arda ve hızla geçmeye başladılar… 
Bu cehennem görüntüsü de sona erdi ve geçiş izni verildi.
Ülkede cehennem ise sona ermiş değil…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.