Uçakta yazıp yazdıklarımı yayınlamışlığım var ama, bir köşe yazısını
sanırım ilk kez trende yazıyorum…
İçimden geldiği gibi, özgür bir yazı olacak bu….. Kimi kez böylesi belki
daha da iyi…
Tren benim için öncelikle özlemlerin adıdır…
Yaşamımda otobüslerden, başkaca motorlu araçlardan ve hele uçaklardan
çok önce trenler vardı..
Altı aylıkken, gencecik bir anne
ve gencecik babayla Çatalca’dan Kars’a
gitmişim…
On yaşındayken birkaç gün kaldığımız Erzurum ve oradan babamızın yeni
görev yeri Çankırı’ya uzun bir tren yolculuğu… Bu kez benimle birlikte ikişer
yaş aralı üç küçük kardeş
daha…
Çankırı tren istasyonu, istasyon kahvesi
ergenlik yıllarımızın mekânlarından biriydi…
Gelip geçen trenler beni uzak ve büyük şehirlere doğru düşlere
sürüklerdi…
O yılların ürünü şiirlerimden “Melankoli”de, “Mızıka”da o duygulardan
esintileri vardır..…
Sonra büyük şehirlere, Ankara’ya, İstanbul’a kendi tren yolculuklarım
başladı…
Nedense hep tenha olarak anımsadığım
üçüncü mevkii kompartımanların
geniş ve ahşap üst ranzalarında uyumak ya da uzanıp hayal kurmak, gece
trenlerinin koridor pencerelerinden yüzümü rüzgâra tutarak uzaktaki ışıklara,
kara gökyüzüne, yıldızlara doğru olanca sesimle alaturka şarkılar söylemek
bugün de özlemle anımsadığım duygusal yaşantılardır…
Benim kuşağımın ve kuşkusuz öncekilerin yaşamlarımızda trenlerin
silinmez, ölümsüz yeri vardır…
Türk edebiyatında tren izleği(tema’sı) başlı başına bir araştırma konusu
olmalıdır ve sanırım olmuştur da…
İçten gelme yazımın bu bölümünü , şiirini ve kendisini en çok
sevdiğim şairlerimizden Ceyhun Atuf
Kansu’nun benim için unutulmaz iki dizesiyle tamamlayayım:
Üçüncü mevkii
vagonlardan taşan kebap kokusu
İstasyon
çeşmesinden garip garip akan su…
***
Trenler sonraki yıllarda asıl başka ülkelerde yaşamlarımızın ayrılmaz
parçası oldu…
Paris odaklı yıllarımda Fransa
içlerine, Almanya başta olmak üzere başka Avrupa ülkelerine sayısız tren
yolculuğum oldu …
Trenlerde yazılmış şiirlerim de var kuşkusuz…
Bunların en sonuncusu bir hızlı trende, Bordeaux-Paris hızlı
treninde yazdığım ya da tamamladığım
“Okyanusla İlk Karşılaşma”dır…
Batı ülkelerindeki bu tren
yolculuklarının ilginç yanı artık gecenin karanlığına doğru özlemli
şarkılar söylemek değil, gündüz yolculuklarında bakımlı kırları kentleri görmek, istasyonlarda genellikle
düzgün giyimli Batılı insanın
oluşturduğu kargaşasız hareketliliği izlemek oldu…
Şiirlerimde tren izleğinden söz etmişken, trende başlamamış olsa da çoğu dizeleri
trende yazılıp trende biten “Attila
Jozsef’in Şehrinde Bir Köprüden Tuna’ya Bakmak” adlı destansı şiiri de
anmalıyım…
***
Pendik garından 12.45’te hareket eden tren az önce Bozüyük istasyonundan
geçti…
Karla
kaplı ovalardan geçiyoruz…
Ufuk
çizgindeki tepelerle birlikte her yer karla kaplı…
Yazıya
daldığım için kar görünümü hangi noktada, ne zaman başladı ayrımsamadım….
Fakat
bu apak örtüyü özlemişim…
Çok
geçmeden ulaşacağım Eskişehir’in de karla kaplı olduğunu tahmin ederim.
Hızlı
tren adına yaraşır denebilecek bir hızla
ilerliyor…
Bıktırıcı duraklamalar da yok…
Ve bir
an sonra Eskişehir’e varmak üzere olduğumuz duyurusu.
Şehrin
çevresi gerçekten de karla kaplı, fakat yirmi dört saatten fazla kesintisiz
yağan ve kent stadyumunda yetmiş beş santimetre olarak ölçülen kardan
caddelerde iz kalmamış.
Trende başladığım yazıyı Büyükşehir Belediyesinin konuk evindeki küçük
odada tamamlamak üzereyim.
Gece,
Eskişehir Barosu Genç Avukatlar Meclisinin düzenlediği programda yine şiirler
ve şarkılarla yüzlerce izleyicimizle birlikte olacağız..
Tren
ve kar şiire de, Eskişehir’e de yakışıyor…
Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/ 010215
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.