29 Kasım 2014 Cumartesi

MERSİN’DEN İZLENİMLER…


Meksika Uluslar arası Şiir Festivali, Hollanda-Eindhoven’de şiir-müzik-tiyatro buluşmaları derken, bu kez Atatürkçü Düşünce Derneği’nin konuğu olarak Mersin’deyim…
Yazıya, Öğretmenler Evi Otelinin, penceresi genç palmiye ağaçlarının ötesindeki sonsuz Akdeniz’e açılan bir odasında başlamıştım…
Atatürkçü Düşünce Derneği Mersin Şubesi’nin bir odasında sürdürüyorum…
Dün akşam “Kongre Merkezi”nin bin kişilik olduğu söylenen salonu, beni ve Haluk Çetin’in dinlemeye gelen seçkin bir izleyici topluluğuyla hemen hemen dolmuştu…
Haluk’la dinletiler serüvenimizin tam yirminci yılındayız ve öyle sanıyorum ki böylesine uzun soluklu bir sanat maratonunun bir benzeri bizde de başka yerlerde de pek fazla değildir…
Atatürkçü Düşünce Derneği Mersin Şubesi Başkanı, bende çelikten iradeli bir kadın izlenimi bırakan, değerli eğitimci Saadet Bilir’in kısa ve özlü konuşmasının ardından, dinleti öncesinde ben de bir konuşma yaptım…
Kasım ayının ilk gününde Sarıyer ADD şubesinin düzenlediği toplantıdaki konuşmamda da söylediğim gibi, Atatürkçü düşüncenin her şeyden önce bir yaşam felsefesi, bir aydınlanma düşüncesi olduğunu anlatarak, bu yaşam felsefesini, aydınlanma düşüncesini savunmanın hepimiz için yaşamsal bir ödev, bir namus borcu olduğunu söyledim…
Güncel olaylara değinerek, polis ordusunun yanı sıra jandarmayı da siyasal erke bağlamanın, ülkemizin hiç de uzak olmayan geleceği bakımından nasıl ölümcül bir tehlike oluşturduğunu anlattım…
Yargıtay Başkanının birkaç gün önceki Anayasa uyarısını anımsatarak, bütün bu konularda herkesin sesini yükseltmesi gerektiğini, bunun bir yurtseverlik , bir insanlık, bir aydın olma görevi,yaşamsal bir sorumluluk olduğunu dile getirdim…
Söz elbette son günlerde gündeme düşen “kadının fıtratı” konusuna da gelecekti…
Yüzlerce dinletimizin neredeyse hepsinde olduğu gibi bu kez de
salonun yarısından çoğu kadın izleyicilerimizdi…
Kadının doğasında erkekten çok daha fazla cesaret, dayanıklılık ve umut olduğunu, sadece insan dünyasından değil, başkaca canlıların dünyasından da örneklerle anlattım…
Erkek izleyicilerimizden özür dileyerek, kadınların biz erkeklerden daha üstün olduklarını düşündüğümü ve GEZİ direnişi örneğini vererek, ülkemizin kurtuluşunun kadınların öncülüğünde gerçekleşeceğine inancımı belirttim…
Cennet kadınların ayağının altındaymış… Bunun için, kadıncağız ayağını çekmeye çalışsa da bu ayağın altını öpmeye çalışıyormuş…
Bir yanda, 1934 yılında, daha Fransa’da,İsviçre’de kadınların seçme ve seçilme hakkı yokken onlara bu hakları tanıyan bir uygarlık, aydınlanma düşüncesi; öte yanda kadını ayak altına indirgeyen, aslında onu ayaklar altına alan, yaşamın dışına iten, zavallı, ilkel, kaba, erkek egemen anlayış…
Ne demezsiniz…


***
Dinleti ve uzun süren kitap imzası sonrasında dostlarla ülkemizi, gazetemizi, CHP’yi konuştuk…
Mersin gibi bir kentin yönetiminin nasıl olup da kaybedildiğini
anlamaya çalıştık…
Sabahleyin, sözleştiğimiz gibi, Mersin-Mezitli Belediye Başkanı Neşet Tarhan bizi kahvaltıya götürdü…
Neşet Tarhan, benim cezaevi koğuşu ve yurt dışı sürgün arkadaşım, kardeşim, sevgili Nedim Tarhan’ın küçük kardeşidir…
Geçtiğimiz, gezdiğimiz yerlerde, seçimi yüzde elliye yakın
oy oranıyla kazanan Neşet Tarhan’a, karşılaştığımız insanların, Mezitli sakinlerinin gösterdiği sevgiye, candan ilgiye tanık olduk…
Her alanda ve her anlamda başarının, halkın kalbine giden yollardan geçtiğini bir kez daha gördük…


***
Mersin’den izlenimler derken, bir ADD, kadın, siyaset yazısı oldu bu…
Olsun…
Bütün bunlar da şiirin, doğanın, yaşamın dışında değil…
Ama siz yine de , “genç palmiye ağaçlarının ötesindeki sonsuz Akdeniz’e açılan” cümlesinin altını çizmeyi ihmal etmeyin…
Ölümünden bu yana, her dinletimize onu anarak başladığımız Metin Demirtaş yaşıyor olsa bunu mutlaka yapar, bana da telefonla söylerdi…








Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/291114

23 Kasım 2014 Pazar

TÜRKLERİN AMERİKAYI KEŞFİ


Türkiye Cumhurbaşkanı dünyayı sarsan “one minute”(van minit diye okunacak) çıkışının ardından asıl büyük çıkışını Amerika’nın Kristof Kolomb adlı kefere denizci tarafından değil Müslümanlarca keşfedildiğini ortaya koyarak insanlık tarihine büyük bir katkıda bulunmuş oldu.
Bu büyük buluşundan ötürü kendisine ne kadar teşekkür edilse azdır.
Kefere dünyasının yalanlarından biri olan Kolomb sahteciliği böylece çürütülüp çöpe atılmış olmakla birlikte ben yine bu konuda küçük bir kuşkumu dile getirmekten kendimi alamayacağım.
Kuşkumun ilk nedeni Brezilya’lı yazar Amado’nun “Amerika’nın Türkler Tarafından Keşfi” adlı romanıdır.
Amado bu kitabında, Türkler diye, her ne kadar,(anımsadığım kadarınca) yirminci yüzyıl başlarında bu ülkeye göç eden Ortadoğulu topluluklardan söz etmekteyse de, Türklerin Amerika’yı Keşfi demekle, belki de bilinç altındaki bir gerçeği ortaya koymuş olamaz mı?
Şimdi sıralayacağım bazı bilimsel kanıtlar Amerika’nın Müslüman Araplar tarafından da değil biz Türkler tarafından keşfedilmiş olabileceğini ciddi olarak düşündürüyor…


***
Bu konuda başvurabileceğimiz en önemli kaynak, üst üste konulduğunda bir insanın ortalama boyunu aşan sayıda kitap sahibi olmasına karşın, asıl ününü Türklerin yüzde şu kadar aptaldır özdeyişiyle yakalayan Aziz Nesin’in bazı savlarıdır…
Kendisinden mi duydum, bir yerde mi okudum, şimdi tam anımsamıyor olsam da, bu savlardan ilki Niyagara şelalesiyle ilgilidir.
Yazarımız, Amerika kıtasına ayak basan akıncılarımızın bu büyük doğa olayıyla karşılaştıklarında birbirlerine hayretle bakarak
Ne yaygara!” dediklerini yazıyor.
Böylece Niyagara adının nereden türemiş olduğu da yadsınamaz biçimde ortaya konmuş oluyor.
Aziz Nesin ustanın aynı konuda ikinci büyük buluşu “Amazon Nehri”yle ilgili olanıdır.
Akıncılarımız atlarının sırtında bu nehrin kıyısına ulaştıklarında,
hayretlerini bu kez de “amma uzun!..” diye belirtmişler…
Bu durumda şimdi, Müslümanların kelle kesmeyi ve birbirini boğazlamayı bir yana bırakarak, Amerika’nın Türkler tarafından mı Araplar tarafından mı keşfedildiği sorusu üzerinde düşünmeleri gerekmiyor mu?
Böyle bir soruya Aziz Nesin ustanın yanıtı ne olurdu, bilemiyorum.
Fakat, şu günlerde 100. doğum yılı kutlanmakta olan büyük usta yaşıyor olsa, Türkiye cumhurbaşkanının dünyayı sarsan iddiası karşısında belki de hayranlıkla “bir yaşıma daha girdim” diye mırıldanacak, aptallık oranımızı yükseltip yükseltmemek konusunu yeniden değerlendirecekti…


***


Kendi payıma ben Amerika’nın Müslüman Araplar tarafından değil, her ne kadar pek çoğu keferelikten devşirme olsa da dünyada İslamın bayrağını dalgalandıran Müslüman Türk akıncılar tarafından keşfedildiği iddiasını akla daha yakın buluyor, bu konuda büyük ustanın hoş görüsüne sığınarak onun buluşlarına yenilerini eklemek istiyorum…
Örneğin Meksika sözünün “eksik ha!..” sözünden türemiş olduğunu iddia edemez miyiz?
Kuzeyden güneye inerken bu ülkenin topraklarından geçtiklerinde , vahşilerle alışverişleri sırasında verdikleri paranın üstünün eksik olduğunu görerek hiddetlenen akıncılarımızın ağzından bu sözcükler dökülmüş olamaz mı?
Ya da diyelim ki Küba’nın vahşi halkını çok “kaba” bulup dile getirmeleri, neden Küba adının doğuş nedeni olmasın?
Hele Brezilya’da bir akıncımızın, tepesini attıran bir Brezilya’lıya “Bre rezil!” diye hitap ettiğinden ve Brezilya sözcüğünün de bu sözden türemiş olduğundan en ufak bir kuşku duymak için neden göremiyorum…


***
Amerika’nın keşfi sorunu çözümlendikten sonra sıra şimdi dünyanın dönüp dönmediği, su üzerindeki cisimlerin Allah tarafından mı yoksa başka nedenlerle mi batıp batmadıkları ve ardından kuantum fiziği, uzayın keşfi gibi daha önemsiz sorunların çözümüne, Batı dünyasının bu konuklardaki yalan ve saptırmalarının ortaya konulmasına geliyor….
Müslüman dünyası evelallah bunun üstesinden de gelecektir!..




Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/231114


22 Kasım 2014 Cumartesi

TARİHLE OYNAMAK


Öncelikle, nesnel bir tarih var mıdır sorusunu yanıtlamak gerekiyor.
Kendi uzak ya da yakın geçmişimize, başka bir deyişle de kişisel tarihlerimize baktığımızda, bu soruya olumlu yanıt vermek kolay değil.
Bu geçmişi değerlendirirken ne kadar nesnel olabiliriz?
Olayların akışını ne ölçüde nesnel bir akılla yorumlayıp yerli yerine koyabiliriz?
Anımsadıklarımız ne ölçüde gerçekleri yansıtıyor?
Kişisel yaşamlarımızın kendimizce ya da başkalarınca yorumlarına ilişkin soruları dilediğimizce uzatabiliriz...
Fakat hepsine kestirmeden verilebilecek yanıt, kişisel yaşamların da rakamlarla, mekânlarla ifade edilen somut, nesnel bir tarihi olduğudur.
Ne zaman, nerede doğduğumuz, yaşamlarımızdaki belli başlı başkaca olayların yerleri, zamanları vb…
Bu nesnel, somut olgularla oynamak, onları değiştirmek mümkün müdür?
Neden olmasın!
Fakat bunun adı ister sahtecilik, ister psikolojik bir rahatsızlık, ister bir oyun ya da fantezi olsun, sonuçta hiçbir şey değişmeyecek; biz onları öznel olarak nasıl değerlendirirsek değerlendirelim, geçmiş zamanların nesnel olgular nasıl idiyseler öylece kalacaklardır…

***


Nesnel, toplumsal tarih bakımından da aynı şey geçerlidir.
Her insan bu tarihi kendi aklına, bilgi birikimine, dünya görüşüne göre yorumlayıp değerlendirme özgürlüğüne sahiptir.
Fakat bu özgürlük, nesnel tarihi değiştirebilir mi?
Eğer yeni bilgiler, yeni bulgular söz konusu değilse, elbette hayır.
Buna karşılık, somut, nesnel olguların yorumlarına bambaşka görüş açıları getirerek tarihi baştan sona yeniden görüp değerlendirmek mümkündür…
Örneğin, farklı alanlarda, Marks’ın, Darwin’in,
Freud ya da Einstein’ın buluşları bu yönde düşünsel kazanımlardır…
Somut, nesnel olgular değişmemiş olsa da, bilimin çeşitli alanlarındaki buluşlar, tarih anlayışlarında değişimlere yol açar…


***


Bir de diktatörlerin, fanatik düşünce sahiplerinin, tarihle oynama, onu kendi kafalarına uydurma çabaları vardır.
İnsanlığın ve ulusların bütün tarihi, bu gibi saptırmalarla dolup taşar ve bu günümüzde de ne yazık ki böyledir.
Bu çabalar, toplumların bilgi birikimlerine, düşünce düzeylerine göre az ya da çok başarılı da olur…
Tarihle oynamak, toplumu gerçeklikten uzaklaştırmak denmektir.
Bu anlamda da onun bu günüyle ve geleceğiyle oynamaktır..
Tanık olduğumuz son cehalet ve cüret örneğinin asıl anlamı budur.
Üzerinde asıl düşünülmesi gereken ise , içerde ve dışarıda haklı olarak alay konusu olan sözler ve söyleyen kişiden çok, böyle birinin bulunduğu yere kadar nasıl çıkabilmiş olduğudur…







Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/221114

15 Kasım 2014 Cumartesi

OKYANUSU GEÇERKEN


Uluslar arası şiir şölenine katılmak üzere Meksika’nın başkenti Mexico City’ye uçuyorum…
İstanbul-Paris arasında üç saatlik uçuştan ve Paris’te De Gaulle’ün adını taşıyan hava alanında birkaç saatlik bekleyişten sonra yaklaşık altı saattir havadayız.
Fransız hava yollarının neredeyse bir stadyum dolusu yolcu taşıyan iki katlı muazzam uçağının üst katına bir ara göz attığımda, bu oldukça küçük bölümde pek çok boş koltuk olduğunu görüp pılımı pırtımı toplayarak yukarıda bir pencere kenarına yerleştim…
Gerçekten de bir yerleşme oldu bu, çünkü yanımdaki koltuklar da boş olduğu gibi, yanıma okumak üzere aldığım birkaç kitap, dünden birkaç gazete ve Paris’te uçak girişinde yolcular için ayrılmış gazetelerden bir kaçıyla, pencereyle koltuk arasındaki iç pervazda küçük bir kitaplık oluşturmayı bile başardım…
Bu derme çatma kitaplık bana, Maltepe, sonrasında da Sağmalcılar tutsak evlerinde ranzamın kıyısında oluşturduğum kitaplıkları anımsattı…
Yazıya okyanusu geçerken diye başladım ama, Okyanus bir süre önce geride kaldı.
Önümdeki ekranda yolun yarısından çoğunun aşıldığı,uçağın burnunun Şikago’ya doğru kıvrıldığı görülüyor…

***
Mexico City’deki şiir şöleni 14 Kasım’da(yarın) başlayıp üç gün sürecek.
Benim gibi uzaktan gelenler için, zaman farkına alışmak bakımından kısa bir süre bu.
Bizimle Meksika arsında zaman farkı sekiz saat. Bizde sabah sekiz saat önce başlıyor…
Kolombiya’nın Medellin kentindekinden sonra katılacağım ikinci Güney Amerika şiir şöleni olacak bu.
Güney Amerika ülkelerindeki şiir tutkusuyla sanırım hiçbir ülke yarışamaz.
Venezella’da,Şili’de, Küba’da, Arjantin’de uluslararası büyük şiir buluşmaları olduğunu biliyorum.
Şiirin öldüğünü düşünenler(Batı Avrupa’da gerçekten var böyle bir şey), bu Güney Amerika gerçeği üzerinde de düşünmeliler…


***
Seyrek de olsa duyumsanan hafif hava sarsıntıları yukarı katta belki daha etkili de olsa, buradaki sere serpe yolculuk hoşuma gitti…
İnsan aklının olağanüstü zaferlerinin herhalde başta gelenlerinden biri olan uçmak olgusuna her seferinde bir kez daha hayranlık duymamak mümkün değil!
On bin metrede, evimde, çalışma masamın başında gibiyim…
Bu yazdıklarım uluslar arası uzun mesafe uçak yolculuklarını kanıksamış olanlara komik bile gelebilir.
Ama ne yapayım ki ben, bunca yolculuğa, şimdilik Afrika dışında gezegenimizin pek çok yerini görmüş olmama karşın, yarım yüzyıl önce “Bir Gün Mutlaka”da “ dünyayı görmek istiyorum” diyen delikanlının merak duygusunu,heyecanını yitirmiş değilim…


***
Yazıya son noktayı koymadan az önce sözünü ettiğim gazetelerden birinde okuyup etkilendiğim bir haberi, daha doğrusu ayrıntılarını paylaşmak isterim…
Bizim göremediğim bu günkü(Perşembe) gazetelerinde de yayınlanmış olması gereken Almanya-Darmstdat kaynaklı haberde, Rosetta adını taşıyan insansız uzay aracının Philae adı verilen modülünün, 6,4 milyar kilometrelik uzaktaki bir “kuyruklu yıldız”a ulaştığı, oradan gelecek haberlerin yaşamın başlangıcı konusunda önemli bilgiler sağlayacağı bildiriliyor…
Haberde beni asıl duygulandıran, izleme merkezindeki bilim insanlarının, bu sonucu sevinçle kutlayışlarını gösteren bir fotoğraf ve modülün inişi henüz tam olarak gerçekleşmemiş olduğu için kuyruklu yıldızın yer çekimi özelliğine ilişkin olarak içlerinden birinin şu cümlesi oldu:
Şimdi yönetim koltuğunda Isaac Newton oturuyor…”

***


On bin metrede uçarken ve özellikle de böyle bir ortamda , bilimsel aklın ve bu akılla düşünen insanın düzeyini, ülkemizde yaşanmakta olanlarla bir arada düşünerek hissettiklerimi anlayacağınızı ve paylaşacağınızı biliyorum…




Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/ 151114




9 Kasım 2014 Pazar

DANS ETMEK


Sözlüklerde dans, dans etmek,genellikle bir müzik ritmine uygunlukla bedenin hareket etmesi olarak açıklanıyor.
İnsan soyunun insanlaşma süreçlerinin daha en başlarında dans etmek duygusuna ve pratiğine yabancı olmadığından kuşku duymuyorum.
Kaldı ki ritmik devinimlere başkaca canlıların dünyalarında da tanık oluyoruz.
Bir televizyon programında su yılanlarının sevişmesini izlemiştim.
Birbirlerine dolanıp ayrılmalarında ve bu hareketin uyumlu tekrarında,ancak yüksek bir sanat eserinde görülebilecek estetik bir uyum ve bütünsel güzellik vardı…




***
Bütün sanatların esası, özü, alt yapısı, uyumlu bir devingenliktir.
Bilinen uyumları bozarak yeni uyumlar yaratmak, ya da uyumsuzlukta sanatsal etki arayışları da, sanat kuramının başlıca bir konusudur. Fakat hangisi olursa olsun, sonuçta amaçlanan yine de bir uyum duygusu yaratmaktır. Sanatsal yaratının her alanında gözlemlenen bu çeşitliliği, bedenin uyumlu devingenliği demek olan dans sanatında da görüyoruz… .


***
Dansla ilk ilişkim, çocukluk yıllarımda başlar. Nerede gördüysem, yemek bıçaklarını birbirine çarparak sözüm ona bir çeşit “kazaska” yapmaya çalıştığımı anımsıyorum. Biz Azeri kökenlilerin “Şeyh Şamil” dediğimiz bu olağanüstü devingenlikteki Kafkas dansını her izleyişimde, içimde hep çocukluğumdaki o özlem kabarır…. Fakat geçmiş olsun… Özellikle bacakların o kıvrak hareketliliği, ancak çok erken yaşlarda çalışıp öğrenilerek kazanılabilirdi… Bildiğimiz aklın dışında, bedenin, kasların, sinirlerin,bütün organların bir aklı vardır ve dans etmek, bedensel aklın sanatsal anlatımı olarak, kuşkusuz onun en incelmiş, en yüksek biçimidir…


***
Liseli ve üniversiteli yıllarımda herhangi bir dans öğrenmeye fırsatım da, hevesim de olmamıştı. Üniversitenin yakınlarındaki bir dans kursunun önünden geçerken, zaman zaman bir özlem duymadım değil. Fakat doğrusunu söylemek gerekirse, devrimci gençler olarak dans etmeyi bir çeşit burjuvalık olarak görüyorduk. Sadece biz erkeklerde değil, anımsadığımca kız arkadaşlarımızda da dans etmek konusunda bir istek ya da heves yoktu… Yöresel halk oyunlarını ise, en azından kendim için söyleyeyim, en çok bir folklor gösterisi olarak görüyordum . Bu gün hangi türde olursa olsun, bütün danslar için çok farklı düşünüyorum ve onlardan birini ya da bir kaçını çocukluğunda, gençliğinde öğrenip bu gün başarıyla yapmakta olanlara imreniyorum…
***
Açığımı kırklı yaşlarımda kapatmaya çalışıp yurt dışında bulunduğum yıllarda bir Fransız hanım arkadaş sayesinde biraz vals öğrendim… Uçarcasına hareketliliğiyle en sevdiğim dans türü olduğunu söyleyebilirim… Daha sonra İstanbul’da bir arkadaş grubuyla topluca sirtaki çalıştık… Öğrendiğim birkaç temel figürü sabahları yaptığım beden hareketlerine arada bir ekleyerek unutmamayı başardım…Şimdi nerede, ne zaman bir sirtaki ezgisi işitsem, ortamına göre açıkça ya da bir köşede kendi kendime bu birkaç hareketi tekrarlamaktan kendimi alamam… Daha yakın zamanlarda ise, yaşımdan başımdan biraz sıkılarak da olsa tango kurslarına katıldım… Az çok öğrendimse de, tekrarlama şansı pek olmadığından hemen hemen bütün figürler bedenimin aklından silinip gitti…Kadın ve erkek arasında hem bir sevginin dile gelişi, hem karşılıklı bir meydan okuma olan bu dansın yiğit edasına hayranım!
Derken geçtiğimiz yaz harman dalı oynamayı öğrendim…Çok istediğim bir şeydi ve öğrenmiş olmakla mutluyum…


***
Dans düşmanları yaşama sevinci düşmanıdırlar.
Bunlar ruhları ölü, bedenleri de akıldan yoksun olduğu için, yaşıyor görünürken de cesetten farksız kimselerdir..







Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/ 091114

8 Kasım 2014 Cumartesi

KİTAP FUARINDA BULUŞALIM


33. İstanbul Uluslararası Kitap Fuarı 8 Kasım Cumartesi(bu gün) TÜYAP’ın Beylikdüzü’ndeki salonlarında açılıyor.
Fuar özel sayısı olarak yayınlanan Cumhuriyet Kitap Dergisi bu yıl sanki önceki fuar sayılarından daha kalın.
Dergi sayfalarında fuar etkinliklerine göz attığınızda bunun nedenini anlıyorsunuz.
8-16 Kasım arasındaki sekiz günde saymakla tükenmeyecek kadar çok panel, konferans, bir o kadar kitap imzası, yazar-okur buluşmaları, söyleşiler, sergiler, başkaca sanat etkinlikleri..
İstanbul ve çevresindeki kitap severler unutulmayacak bir kitap şöleni daha yaşayacaklar.
***
33 yıl koca bir ömür demek. Yurt dışında olduğum zamanlar dışında İstanbul Kitap Fuarlarının hepsine katılmış olmalıyım.
Geçmiş zamanları özlemle anımsamamak olanaksız.
Bende en çok iz bırakanlar, Tepebaşındaki fuarlar olmuş.
Yazarlar kendi aramızda ve okurlarımızla bir aile ortamının sıcaklığında buluşurduk.
Dışarıda kestaneciler ve bazen çiseleyen kar ya da güz yağmurları bu fuarlara ayrı bir çekicilik kazandırırdı.
Buna Pera’nın, Asmalı Mesçit’in,Çiçek Pasajının Beyoğlu’nun büyüsünü de katmalı…
Şimdi kitap fuarı çok büyüdü ve oralara sığamadığı için uzaklara gitti…
Bütün geniş ve kalabalık ortamlarda olduğu gibi ilişkilerdeki sıcaklık da kaçınılmaz olarak eksildi…
Buna karşılık başta İstanbul Kitap Fuarı olmak üzere Tüyap Kitap Fuarları gerçek anlamıyla uluslararası nitelik kazanarak ülkemizin bu alanda ve anlamda belki de en önemli kültürel etkinliği oldu.
Bu yılın onur konuğu ülkesi olan Macaristan’dan on beş konuk edebiyatçı var. Bir o kadar da başka ülkelerden konuk yazar, şair ve edebiyatçılarla bu sayı otuza ulaşıyor.
Sadece bu sayı bile, İstanbul Kitap Fuarının uluslararası bir kültür etkinliği olarak önemini göstermeye yeterli bir veridir.
Otuz yabancı konuğun ağırlanması karşılanması ne kadar güç bir yük olsa da, edebiyatımızın, kültürümüzün, insanımızın,bütünüyle ülkemizin tanıtımı bakımından paha biçilmez önemdedir.
***


Bu yılın kitap fuarının kişisel olarak benim için özel bir önemi de var.
İlk şiir kitabım 1965 yılında yayınlandığı için, bu yıldan başlayarak 50. sanat yılımı kutluyoruz…
Yayınevim(Tekin Yayınları) bunun için (önsözünü Doğan Hızlan’ın yazdığı) “Yarım Yüzyıldan Şiirler” başlığı ile özel bir kitap hazırladı. Bu yarım yüzyıldan, çok sayıda fotoğrafın da yer alacağı kitabı o gün göreceğim ve doğrusunu söylemek gerekirse ilk kitabı yayınlanacak bir genç şair gibi heyecanlıyım…
Bu kitabı, yine bu yıl ve önümüzdeki yıl başkaca kitaplarım, yine bu yılı ve gelecek yılı kapsayacak etkinlikler izleyecek…
Bu gün Fuarın İnterexpo Salonunda 17.00-18.00 arasında kuşakdaşlarım(Afşar Timuçin,Sennur Sezer, Refik Durbaş,Hüseyin Yurttaş, Nihat Behram) şiirlerim üzerine konuşacaklar. Oturumu Feridun Andaç yönetecek. Yarın(Pazar) 19.15-20.00 arasında Marmara Salonunda ise her birini ayrı ayrı sevdiğim daha sonraki kuşaklardan Onur Caymaz,Haydar Ergülen,İbrahim Baştuğ,Tuğrul Keskin, Turgay Fişekçi,Küçük İskender ve Tuna Kiremitçi okurlara beni anlatacaklar…


***
Tüyap Kitap Fuarlarının onur yazarlığı, bence ülkemizin en önemli ve saygın edebiyat ödülü oldu. Bu yılın onur yazarı olan Atilla Dorsay’ı sevgiyle kutluyorum. Sözünü ettiğim dergide onunla yapılmış kapsamlı bir söyleşi ve sayıları yaklaşık elliyi bulan yapıtlarının bir dökümü yer alıyor.
İstanbul Kitap Fuarıyla aynı tarihte düzenlenen Sanat Fuarının bu yılki Sanatçı Onur Ödülü ise çok sevgili arkadaşım Nevhiz Tanyeli’ne verildi. Onu da(sanatın başkaca alanlarındaki değerli ödül sahipleriyle birlikte) sevgiyle kutluyorum.
Yaşamakta olduğumuz sıkıntılı zamanların karamsarlığından ve yorgunluğundan bir ölçüde de olsa kurtulup umudumuzu ve yaşama sevincimizi tazelemek için 33.İstanbul Uluslar arası Kitap Fuarı’nda buluşmak üzere…




Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/081114


1 Kasım 2014 Cumartesi

BULUTLAR GEÇERKEN


Büyük Ada’daki çalışma odamda, bilgisayar karşısında, Cumartesi yazım için konu düşünmekteyken, bir an başımı kaldırdığımda Batı yönünde geçmekte olan bulutları gördüm…
Onlarla birlikte, hemen sağımda, üst kattaki odamın penceresini açıp kolumu uzatsam neredeyse dokunabileceğim yakınlıkta, eflatun renkli çiçeklerinin parıltısı henüz solmamış begonvil dallarına; onların hemen arkasında gepgeniş açılan doyumsuz Büyük Ada görünümüne; usul usul salınan ağaçlara, solumda kalan koruluğun kopkoyu ve sımsıkı yeşilliğine, en yükseği üç katı geçmeyen çoğu beyaz badanalı evlere, büyük kentlerde görülmesi artık bir düş olan pembe kiremitli damlarına ve daha da ötedeki durgun denize, onun da ötesindeki belli belirsiz İstanbul siluetine bir zaman dalıp gittim…
Bunları yazmaktayken yaklaşan akşamla birlikte gökyüzü biraz daha kararmış, bulutlar az daha puslanmış, devinimleri daha az seçilir olmuştu…
Masa lambamı açtım.
Cumartesi yazım için konu düşünmeyi sürdürdüm…


***
Acaba ne hakkında yazmalı; ülkemizin, insanımızın hangi sorunundan söz etmeliydim…
Karaman’ın Ermenek ilçesindeki maden faciası ülke gündeminin şimdilik ön sırasında yer alıyor…
Şimdilik, çünkü Perşembe günü yazmakta olduğum bu yazı yayınlandığında ülke gündemi de büyük olasılıkla değişmiş olacaktır…
Söz gelimi, gökdelen inşaatının tepesinden yere çakılan asansörde canlarını yitirenler kaç kişiydiler, kaçımız anımsıyor?
İnşaat sahipleri için soruşturmaya yer olmadığı kararı verildiğini
belli belirsiz anımsıyorum.
Tıpkı Ermenek’teki madenin işletmecileri gibi, AKP yöneticilerinin yakınlarıydı bu kişiler.
Yaptıkları açıklamada madeni su basmasını doğal afet olarak açıklayan bu kişiler hakkında da, soruşturmaya yer olmadığı kararı verileceğinden kuşku duymamak gerekir.
Tıpkı Soma’daki cinayetin sorumlularından da herhangi bir hesap sorulmadığı, sorulamadığı gibi…
Ülkenin bir afetle boğuşmakta olduğu çok açık.
Fakat doğal değil, toplumsal bir afet, insan eliyle yaratılan bir felaketler zinciri bu.
Doğal afetler gelir geçer. Bunlar ise tekrarlayan, hiç geçmeyen, kalıcı felaketler. Nedeni de sorumlularının doğa değil, insan oluşu…


***
Ak Saray denilen kaçak inşaatı Cumhurbaşkanlığı konutu, içinde oturan kişiyi Cumhurbaşkanı olarak halkımızın yüzde kaçı içine sindirebiliyor?
Bir anket yapılmalı, fakat şöyle sorulmak kaydıyla:
Devletin ve Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere, gelmiş geçmiş bütün cumhurbaşkanlarının konutu olan, bu anlamda da tarihsel, simgesel bir değer taşıyan Çankaya yerine, bu günkü cumhurbaşkanının, karşılığında çok sayıda okul ya da hastane ya da fabrika açılabilecek çok büyük harcamalarla, üstelik yargının durdurma karırını hiçe sayarak kendisine bir saray yaptırmasını içinize sindirebiliyor musunuz?
Bu kaçak sarayın Mustafa Kemal Atatürk’ün örnek bir çiftlik ve halkın dinlenme alanı olarak bir bataklıktan yaratıp halka armağan ettiği bir alanda yaptırılmasını ve Atatürk Orman Çiftliği olarak kuşaklar boyunca benimsenmiş adının da değiştirilmekte oluşunu nasıl karşılıyorsunuz?
Dürüst, gölgesiz bir anket sonucu, bence, bu kişiye oy verenlerin çoğunluğunun da oylarıyla olumsuz çıkacak; savurganlığın ve Cumhuriyet değerlerine saygısızlığın benimsenemediği görülecektir…
Benzer bir anket, akıl almaz boyutta çalıp çırpmaların kısa süre önce yine akıl almazca ört bas edilmesi konusunda da neden yapılmasın…

***


Bulutların geçişinden buralara geldim…
Pencere camlarının gerisinde kapkara bir gece var şimdi…
Fakat biz onları görmüyor olsak da, bulutlar bildikleri yolda geçmeyi hep sürdürecekler…
Tıpkı yaşam gibi…
Hiçbir karanlığın büsbütün örtemeyeceği ;iyilikler gibi kötülükleri, yücelikler gibi alçaklıkları, hakikatler gibi yalanları bir yere kaydeden ve günü geldiğinde hepsinin dökümünü gözler önüne serip hükmünü veren sonsuz ve ölümsüz yaşamın kendisi gibi….




Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/011114