16 Nisan 2014 Çarşamba

ST.PETERSBURG




Rusçasıyla Sankt Peterburg, Petrograd; yaygın olarak bilinen adıyla St.(Saint) Petersburg.
Çar I.Petro’nun,İsa’nın havarilerinden adaşı Petrus’a göre adlandırdığı şehir.
Kuruluşuna ilişkin sayısız söylence, yakıştırma, masal, hakikat…
Neva nehrinin kolları arasında oluşan adalar, adacıklar üzerinde kurulmuş muazzam kent.
İlk ziyaretim 1970 başlarındaydı. Aklımda kalan, Puşkin evini ziyaretimiz. Kitaplığı. Düelloda aldığı yara sonrasında üzerinde can çekiştiği yatağının bulunduğu oda. Uluslar arası bir çevirmenler kurultayına çağrılı olarak çıktığım bu yolculukta St.Petersburg’dan(o zamanki adıyla Leningrad’dan) Puşkin’in mezarının bulunduğu Mihaylovskoye’ye de gitmiştik…

***
Şehirlerin yazar, sanatçı, kültür ve bilim insanlarının adlarıyla anılmasına alışık değiliz…
Rusya’da ise bunun tam tersine, şehirler, daha küçük yerleşim yerleri, caddeler, sokaklar, öncelikle oralarda doğmuş, yaşamış, iz bırakmış,sanat, kültür, bilim insanlarının adlarıyla anılıyor.
Petersburg denildiğinde Rus’un çağrışım duyargaları Puşkin, Dostoyevski başta gelmek üzere 19. yüzyılın büyük Rus yazarlarına ve şairlerine, daha entelektüel olanlarınınki, Blok, Ahmatova, daha yakın zamanların Brodski’sine uzanacaktır…
Petersburg Avrupa’nın dördüncü, Rusya’nın ikinci büyük kenti olmasının yanı sıra, yazarlarıyla, şairleriyle, sanatçılarıyla anılmayı da hak etmiş bir dünya kentidir.


***
I.Petro’nun yakıp yıkarak değil, tersine, bataklıklar üzerinde yükselttiği bu “çılgın proje” ürünü şehir, kurucusuna çılgın sıfatını kazandırmış; 18. yüzyıl başlarındaki kuruluşundan yaklaşık iki yüz yıl sonra 1905 ve 1917 devrimlerine de ev sahipliği yapmıştır…
Ekim devriminin büyük önderinin 24 Ocak 1924’teki ölümünden birkaç gün sonra, ona ve önderi olduğu devrime saygının simgesi olarak kentin adının Leningrad yapılması bundandır…
Lenin yaşıyor olsa bu değişikliği kabul eder miydi, sanmıyorum…
Nâzım’ın “XX. Kongreye Geldi Lenin” başlıklı şiirindeki “farkında bile değil heykelinin…” dizesini anımsamak bile bu görüşümü doğrulmaya yeter…
Nitekim bambaşka nedenlerle de olsa 1991’deki bir halk oylaması sonucunda kente eski adı geri verildi…
Gerçi itiraf ederim ki, bu kenti ancak bir kaç kez ve kısa sürelerle görmüş olan benim bile, dilimin St. Petersburg’a alışması epey zaman aldı…


***


St.Petersburg görülüp gezilemeye,içinde yaşanmaya değer… Düzgün ve tertemiz bulvarları, gökdelenlerle hoyratça parçalanıp karartılmamış engin gökyüzü, neredeyse her biri bir sanat yapıtı olan binaları, kiliseleri, köprüleri ve Fin körfezine dökülen bin bir kollu Neva nehriyle, sanki bir şehirden değil, bütünüyle bir sanat eserinden söz ediyoruz…
Şiirlerimin genç ve ünlü Türkolog Apollinaria Avrutina’ın çevirileriyle yayınlanışı vesilesi ile, İstanbul’da da önemli kültür etkinlikleri düzenleyen Rus-Türk Kültür Merkezinin çağrılısı olarak gittiğim St.Petersburg’da Hermitaj’ı, Rus Sanat Müzesini bir kez daha görmek büyük mutluluktu…
19. yüzyılın öncü aydın ve devrimcilerinden Radişçev’in; sanat eleştirmeni, devrim önderi ve “Ne Yapmalı”nın yazarı Çernışevski’nin, 20.yüzyıl başlarında genç Maksim Gorki’nin de aralarında bulunduğu devrimcilerin, kuşaklar boyunca pek çok devrimcinin tutsak edildiği, işkence gördüğü, Lenin’in ağabeyi, tıp öğrencisi Aleksandr Ulyanov’un sehpada can verdiği Petro Pavloskaya kalesini ise ilk kez görme fırsatım oldu…
Bir giyotin sehpası üzerinde, başını ve yüzünü de örtecek biçimde karalara bürünmüş olarak baltasını indirmek için kolunu kaldırmış cellada bakarken, kederlenmemek olanaksızdı…

Ama ben bu yazıyı yine de, en küçük yaştakileri babalarının omzunda, annelerinin kucağında o gün bir çocuk bahçesini andıran Hermitaj Müzesini büyük bir dikkat ve olgunlukla gezmekte olan, yerlere bağdaş kurup resim çalışan her yaştan çocuklara sevgilerimi göndererek tamamlanmak istiyorum…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.