31 Ekim 2015 Cumartesi

Seçim öncesi son yazı / Ataol Behramoğlu

Bir zamanların Yeşilçam filmlerinde yoksul ve deneyimsiz genç kızlarımızın aldatılıp kötü yola düşürülmesi gibi bazı aydınlarımızın aldatılıp tuzağa düşürüldüğü bir ülkede yaşıyoruz... 
Her nasılsa böyle bir tuzağa düşmemeyi başarmış biri olarak, seçim öncesindeki bu son yazıda, “Sivil Darbe” ve “Yalancının Ampulü” adlı kitaplarımda topladığım, hepsi bu sütunda yayımlanmış yazılarımdan “zaman dizimsel” sıralamayla küçük bir seçmeler yapmak istedim... 
“AKP liderinin İstanbul Belediye Başkanlığı adaylığı sırasında yaptığı televizyon konuşmalarını izlerken tarifsiz bir sıkıntı duymuştum. ... Şaşılası bir kendini beğenmişlik. Düşüncelerinin doğruluğu konusunda asla kuşku duymamak. Ancak dinsel fanatiklerde, düşünceyle değil inançla hareket edenlerde görülebilecek bir özgüven. Ama bu özgüvende, yine inanmışlara özgü ‘alçakgönüllülük’ten eser yoktu... Tersine, fanatizm kibirle birleşmişti ve asıl iç daraltıcı, sıkıntı verici olan buydu...” (AKP ve Lideri Hakkında / 30 Ekim 2002) 
“Bugün ülkemiz, temel eğitimini din adamı yetiştirmek amacıyla kurulan bir eğitim kurumunda almış bir başbakanın partisinin iktidarınca yönetiliyor... Bu başbakanın kimliği, dünya görüşü yeterince açıktır. Sıradan bir din görevlisi tarafından bile söylenmiş olsa toplumda sıkıntı yaratacak sözlerin sahibi bu kişi, bugün karşımızda başbakan olarak bulunmakta...” (Sığ Sularda Derin Dalışlar / 31 Mayıs 2003) 
“AKP’nin yaptıkları, yapmaya çalıştıkları ancak ve sadece ‘sivil darbe’ sözcükleriyle nitelenebilir. Tabii, henüz girişim sürecinde bir sivil darbe...” (Sivil Darbe / 4 Ekim 2003) 
“AKP iktidarı, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir İslam cumhuriyetine dönüştürülmesi yolunda, bu iktidar sahiplerinin yakın tarihimizde elde ettiği en büyük kazanımdır.” (“Ilımlı İslam” ve AKP / 7 Aralık 2003) 
“AKP yönetimi ülkeyi bir parçalanma, yok olma uçurumuna sürüklüyor. Bu sürüklenişe karşı çıkmak sadece yurttaş olma görevi değil, sözcüğün gerçek anlamıyla insan olma sorumluluğudur.” (Bağımsızlık Ahlâkı / 8 Mayıs 2004) 
“AKP iktidarının ne yapmak istediği ve gücü yettiğince de yaptığı gün gibi ortada. İdeolojisi din olan bir siyasal hareket demokrat olamaz. Bunun olabileceğine inanan, inanmak isteyen, öyle görünen, korkak, çıkarcı ya da safdilleri İran’da Humeyni sonrasındaki akıbetin beklediğinden kimse kuşku duymamalı.” (Cumhuriyetin Yasal Savunu Hakkı / 22 Mayıs 2004) 
“...ABD önderliğinde günümüzün emperyalist devletleri, ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ adı altında, İngiliz emperyalizminin geçen yüzyıllardaki ‘Uygarlaştırma Görevi’ başlıklı sömürgeleştirme politikasını daha geniş bir alanda ve çok daha vahşi yöntemlerle uygulamaya koymuşken, Türkiye bu emperyalizmin destekçisi ve yardakçısı olarak sahneye çıkıyor. Ve ülke böylece, El Kaide’nin ve her türlü karanlık terörün belki ABD ve herhangi bir Avrupa ülkesinden çok daha fazla hedefi durumuna getiriliyor...” (Zordayız / 12 Haziran 2004) 
“Türkiye insanı, etnik kökeni ve sınıfsal konumu ne olursa olsun, ülkesinin geleceği konusunda derin kaygı içindedir. Kaygı duymayanlar, bir avuç omurgasız aydın,‘ense karartmama’ konusunda pişkinleşmiş teslimiyetçi çevreler, halkla ve ülkeyle somut bir bağı bulunmayan bazı ‘sol’ hayalcilerle dinci ve parçalanmış bir ülkeye doğru gidişi ‘ulusal devletten demokratik devlete geçiş’ olarak tanımlama çabasındaki kimselerdir.” (Federal İslam Cumhuriyetine Doğru / 25 Mart 2006) 
“Cumhurbaşkanı olan bir Tayyip Erdoğan’ın siyasetin dışında kalacağını ve böylece AKP ile daha kolay baş edebileceklerini düşünenler varsa, bu olasılık gerçekleşir de AKP lideri Çankaya’ya çıkarsa, ne kadar yanılmış olduklarını acı biçimde göreceklerdir.” (Erdoğan Ülkeyi İç Savaşa Götürür / 15 Temmuz 2006) 
Köşemin sınırına dayandığım gibi, yoruldum ve sıkıldım... Fakat seçim öncesindeki bu son yazıda yine de son bir alıntı: 
“Yalanın bu ölçüde gerçekliğin yerini aldığı bir başka dönem anımsamıyorum... Bu büyük bir can sıkıntısıdır... Ama sıkılmaya hakkımız yok... Sıkılmaya hakkımız olmadığı kadar, kaybetme hakkına da sahip değiliz...” (Sıkılmaya Hakkımız Yok / 22 Mart 2008) 

24 Ekim 2015 Cumartesi

DİKTATÖRE DİKTATÖR DEMEK

Tayyip Erdoğan ,Saddam’dan Evren’e diktatör adları sayarak,” onlara diktatör denilebilir miydi, bana dediğinize göre demek ki değilim “ anlamında sözlerini her fırsatta tekrarlıyor.
Düz mantıkla bakıldığında, doğru.
Örnekleri daha da şiddetlendirerek çoğaltabiliriz:
Hitler kendisine diktatör diyeni herhalde yaşatmazdı.
Stalin de öyle.
Pinoşe, Mussolini, Çavuşesku, Salazar, Franko, vb… uzak ve yakın tarihten sürüsüne bereket diktatör adı sayarak aynı soruyu sorabiliriz.
Bu diktatörlere diktatör diyenler canlarından olmasa bile hayatları sönerdi. Hapiste, sürgünde sürünüp can verirlerdi… Nitekim öyle de olmuştur…
Şimdi Tayyip Erdoğan, bakın ben kimseyi asmıyor,kurşuna dizmiyor, öldürtmüyorum, öyleyse diktatör değilim diyor…
Gerçi başbakanlık döneminde ve şimdi cumhurbaşkanlığında açılmış ve açılmakta olan hakaret davalarında, suçlanan kişilere para ve hapis cezaları yağmakta…
Eh…bu kadar kusur…….”diye başlayıp ünlü deyimi azıcık değiştirerek sürdürebilirsiniz: “………en ileri demokrasilerde de bulunur…”
Hiç öyle değil…
İleri demokrasiler şurada dursun,yakın ve uzak tarihimizin hiçbir döneminde, Erdoğan’ın tanımıyla “cennetmekan Abdülhamit” zamanında bile, eleştiriye bu kadar tahammülsüz olunmamış, bu kadar çok ceza yağdırılmamıştır.
Başbakanlığı döneminde kendisine ve partisine hakaret ettiği iddiasıyla hakkında dava açılmış olanlardan biri de benim…
Bir TV programında, “bunlar seçimde kaybetseler de iktidarı bırakmayacaklardır”… dediğim için…
Neyse ki aklanmıştım…
Diktatör henüz oraya kadar uzanamamıştı demek ki…

***
Şimdi girişteki “düz mantık” kavramını biraz açayım…
Düz mantık, bir şey, bir nesne hakkında,, ne ise hep odur, o kalacaktır diye düşünmektir..
O şey ya da nesneyi, çevreden, durumdan, zamandan yalıtlayarak ele almaktır.
Tayyip Erdoğan’ın başka(irdeleyici, diyalektik) bir mantıkla düşünmesi beklenemeyeceği için, ben diktatör değilim demeye çalışırken sözlerinin altında yatan anlam şu ya da bu diktatöre benzemediğidir.
Doğrudur, adını saydığı, sayabileceğimiz diktatörlerden hiçbiri değil…
O diktatörlerin her birini yaratan kişisel ,toplumsal, öznel koşullar, başka başka dönemler, farklı süreçler var…
Tayyip Erdoğan kendi diktatörlüğüne İstanbul Belediye Başkanlığı döneminden bu günlere, adım adım, sabırla, kararlılıkla ilerliyor…
Sivil ve askersel bürokrasiyi sindirmeyi başardı. Yargı erkini parçaladı. Kendi polis gücünü oluşturdu. Eğitim alanında istediklerinin çoğunu, belki hepsini gerçekleştirdi. Geriye bir tek parlamentonun etkisini yok ederek diktatörlüğünün “yasal” dayanaklarını oluşturmak kalmıştı. Bir önceki seçimde istediğini elde edebilse bunu da yapacaktı… Şimdi şansını bir kez daha deneyecek…
***
Tayyip Erdoğan tipolojisi bir Ortadoğu diktatörlüğüdür.
Kaçak güreşen, bir adım ileri bir adım geri oynayan, çeşitli kılıklara girebilen, hısım akraba kayıran, geri kalmış,ikinci sınıf bir diktatörlük…
Bu diktatörlüğün önündeki başlıca engel, hakkında“cennetmekan” değil “mekânı cehennemin dibi olsun” diye düşündüğünden kuşku duyulamayacak Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyetinin evrensel değerleridir.
Bu engeli aşabilecek mi?..
Doğrusunu isterseniz, sanmıyorum…
Fakat ola ki aşabilirse nasıl bir diktatör olacağını hep birlikte görecek, yanı sıra kimlerin diktatör diyip ya da demeye devam edip, kimlerin bunu bile söylemeyi göze alamayacağını yine birlikte izleyeceğiz….





Ataol Behramoğlu/CumartesiYazıları/241015

10 Ekim 2015 Cumartesi

MASAYA BİR TABAK DAHA…


Ölüm haberi geldiği andan beri Sennur Sezer’i düşünürken aklımdan hep aynı dize geçiyor: “Masaya Bir Tabak Daha Koyuyorum…”
Bir şiirinin son dizesi olduğunu biliyorum. Fakat hangi şiirdi, şu anda elimin altında kitapları olmadığı için arayıp bulma şansım yok.
Fakat bu şiirin, içlerinde benim de olduğum kaçak arkadaşlar için yazıldığını anımsıyorum.
1980’lerde, kendi ülkemizde, hapisteyken, ya da sürek avında izlenircesine kaçak yaşamaktayken yazılmış bir şiir.
Masaya Bir Tabak Daha…”
Sennur Sezer’in anneliğini, kardeşliğini, yoldaşlığını, sadeliğini, özverisini, insanlığını en iyi anlatabilecek bir dize…

***
Tanışıklığımız 1960’ların en başlarında, Bursa’dan İstanbul’a gelip Varlık Dergisine uğradığımda başlamış olabilir.
Sennur olsa, bu tanışıklığın ne zaman, nerede, nasıl olduğunu şıp diye anımsar, söylerdi.
Son görüşmemiz olduğunu bilemeyeceğimiz görüşmemizde onu Merter’deki evlerinden alıp Dağlarca Şiir Ödülü değerlendirme toplantısına birlikte gitmekteyken, ortak yaşantılarımıza, anılarımıza ilişkin anlattıklarından anımsayamadıklarım oldu. Kimi sorularını yanıtlamakta zorluk çektim. Ve henüz atlatamadığı ağır hastalığa karşın belleğinin aydınlığına, hayatla ilgisine bir kez daha hayran kaldım. Sennur Sezer’deki bellek gücü sıradan bir anımsayış değil; yaşamla, ülkeyle, dostluklarla, her şeyle ilgisinin sonucuydu. Kıpır kıpır bir yaşama heyecanı… Soran, sorgulayan, irdeleyen, yapıcı bir merak... Şaşılası bir açık sözlülük ve dobralık… Bütün bunlar kişiliğinin olduğu kadar şiirlerinin de özellikleridir…

***
Kuşağımızın kendini geliştire geliştire sonuna kadar direnip ayakta kalmayı başaran sanırım tek kadın şairidir.
O yıllarda şair ve yazar kadın sayısı günümüzdekinden çok farklı olarak birkaç kişiyle sınırlı olduğu gibi,olanlar da pek ortada görünmezdi.
Sennur Sezer bu anlamda da bir istisnadır.
Kadın olmayı, arkadaş olmayı, yoldaş olmayı başararak kuşağının erkek şairleriyle omuz omuza yürümeyi bildi.
Şiirini durmaksızın geliştirerek sadece 1960 yıllar toplumcu şairler kuşağının değil, bütün edebiyatımızın en seçkin, en özgün şairleri arasında yer aldı…
Yoksunluklar içinde yaşanmış bir çocukluk ve genç kızlığın, anne ve eş olmanın, yazı emekçisi bir kadın olmanın güçlüklerini, sorunlarını şiire dönüştürmeyi başararak başta kadınlık olmak üzere baskı altındaki emekçi insanın sesi oldu.
***
Tekrar yukarıya, “masaya bir tabak daha koyuyorum” dizesine dönüyorum…
O tabak sıradan bir yemek tabağı olmanın ötesinde, dünyanın masası üzerine konulmuş bir şair yüreğidir…
Kadın, anne, arkadaş, kardeş, yoldaş, sevgili, akraba bir yürek…
Canım Sennur…
Alçakgönüllü, azıcık mahzun, sımsıcak gülümseyişini görüyor gibiyim…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/10.10.15

7 Ekim 2015 Çarşamba

Sennur Sezer‏

SENNUR SEZER  İÇİN

 KARDEŞİM,ARKADAŞIM,KUŞAKDAŞIM, HEPSİNDEN DAHA ÖNEMLİSİ DE VİCDANDAŞIM SENNUR SEZER’İ APANSIZ YİTİRMİŞ OLMANIN SARSINTISI İÇİNDEYİM.
        ÜLKEMİZDE ÇOKTANDIR UNUTULMUŞ OLAN “VİCDAN” SÖZCÜĞÜ SENNUR’UMUZA EN ÇOK YAKIŞANDIR.
      AÇIK SÖZLÜ, AÇIK YÜREKLİ; VİCDAN, DÜRÜSTLÜK, ARKADAŞLIK SİMGESİ, SEVGİLİ, CANIM SENNUR, SONSUZ UYKUNDA ÜLKENİN KALBİNDE OLACAKSIN.


ATAOL BEHRAMOĞLU

7 Ekim 2015

3 Ekim 2015 Cumartesi

ZİHİN BULANIKLIĞI MI?


Sanatçılar Girişiminin “Baş Sorumlu Sorumsuz Cumhurbaşkanıdır” başlığı ile yayınladığı benim de imzam olan bildiri Vatan Partisi Başkanı Doğu Perinçek’in kırıcı, sert eleştirisiyle karşılaştı.
Okumamış, gözden kaçırmış olanlar, bu bildiriyi, Perinçek’in yazısını, Ümit Zileli’nin de Perinçek’i eleştiren oldukça sert karşı yazısı başta olmak üzere konuyla ilgili başkaca yazıları ve sonrasında da bir bardak suda fırtınaya benzeyen okur yorumları ve tartışmalarını Oda TV internet sayfalarında bulup okuyabilirler.
Öncelikle, 7 Haziran sonrasındaki ortamın “kanlı, karanlık” bir ortam olarak nitelenmesini yanlış bulan, eleştiren, neredeyse yarım yüzyıllık arkadaşıma sormak isterim: Bunca ölümü, bunca kırımı, başka nasıl niteleyelim? Söz konusu bildirinin buna ilişkin cümlelerinde, kırıcı eleştiride öne sürüldüğü gibi, “vatan savunması”na karşı çıkan tek bir cümle, tek bir sözcük var mı? Ve zaten bildirideki imzalar içinde böyle bir düşünce sahibi olabilecek tek bir kişi gösterilebilir mi?
Teskere” konusuna gelelim… Şu andaki düşüncem de bildiride dile getirildiği gibidir. Bu gün cumhurbaşkanı, dolayısıyla “başkomutan” sıfatını taşıyan kişiye sağlanacak her yetkinin ülkemize yarar değil zarar getireceği kanısındayım. Bu kişinin 7 Hazirandan sonra değişen tavrının nedeni ise yeterince açık değil mi? Nasıl oldu da birdenbire “vatan savunucusu” oluverdi? Açıkça söylenmiyor olsa da, üstü kapalı olarak söylenen bu değilse nedir? Denebilir ki, bu gün siyaset böyle demeyi gerektiriyor… O zaman biz de şöyle yanıt veririz: Bizler siyasetçi değil sanatçıyız… Günün, durumun koşullarına göre değil;hiçbir kişin ya da örgütün buyruğuna göre değil; evrensel ahlâkın,vicdanın, aklın buyruğu ne ise ona göre konuşuruz… Bu gün gözle görülmekte olan apaçık gerçek Tayyip Erdoğan’ın kendini ve ailesini kurtarmak için çırpınmakta olduğu, bu uğurda ülkeyi ateşe atmaktan bir an bile çekince duymayacağıdır… “Baş Sorumlu Sorumsuz Cumhurbaşkanıdır” başlıklı bildirinin ana mesajı budur ve bu mesajı başka yerlerde aramaya çalışmak onu saptırmaya çalışmaktan başka anlam taşıyamaz…
Bir başka köşe yazarının konuyla ilgili yazısında , Sanatçılar Girişimi bildirisinde “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın birinci derecede sorumlu olduğu sürecin son beş ayla sınırlandığı” gibi bir cümle okuyunca, bu şaşılası çıkarsama karşısında insanın ağzı gerçekten açık kalıyor!... Bir kez daha özetleyeyim: “Baş Sorumlu Sorumsuz Cumhurbaşkanı”dır başlıklı bildirimizin amacı yaşanmakta olan sürecin dünden bugüne dökümünü yaparak sorumlularını sıralamak değil, başkaca da bir şey değil, 7 Haziran sonrasındaki sürecin baş sorumlusunun söz konusu “sorumsuz” kişi olduğunu vurgulamak; bununla amaçlanan da, bu kişinin yaklaşan seçimlere yönelik göz boyama çabasının, “vatan savunuculuğu” görüntüsü yaratma gayretindeki sahteliğin altını kuvvetlice çizmektir… Bunu anlamayıp ya da anlamazdan gelerek lafı “vatan savunması” gibi üzerinde tartışma bile yapılamayacak konulara getirip özellikle böyle bir dönemde gereksiz ve karşılıklı suçlamalara yol açmak zihin bulanıklığı değilse bilmem ki nedir!
Ve son olarak, en azından kendi adıma, şu bir çift sözü etmekten kendimi alamam: Hiç biri olamayacağımız söylenen Namık Kemal’e, Fikret’e, Nazım Hikmet’e ve kuşkusuz Mehmet Akif’e büyük saygım herkesçe bilinir.
(Mehmet Akif’in bazı hataları aşağılanan Cenabınkinden daha az değildir, ayrı konu.) Fakat asıl söylemek istediğim bunlar değil sadece şudur: Ben hiç kimse olmak değil, adım ve kimliğim ne ise sadece o olmak ve öylece kalmak isterim…

Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/03.10.15


Dilek Türker - Tiyatro Ayna, bugün saat 20.00’de Ortaköy Kültür Merkezi Afife Jale Sahnesi'nde Ataol Behramoğlu'nun, Vera Tulyakova'nın anılarından oyunlaştırdığı "Mutlu Ol Nazım" ile Sezon açılışı yapıyor.