28 Aralık 2013 Cumartesi

MEŞUM


İngilizce “ominous”(om’nıs) sözcüğünün karşılığı olarak internetteki “tureng” sitesinde şu sözcükler sıralanıyor:
Hayra yorulamayan, insanın keyfini kaçıran, kara, kaygı verici, kötülük habercisi, meşum, netameli, şom, uğursuz…
Bunlara yaklaşık olarak aynı ya da benzer anlamlar taşıyan başkaları da sanırım eklenebilir.
“Meşum” bir zamanlar çok kullanılan, anlam yükü, çınıltısı, söylenişindeki vurgu ve çağrışımlarıyla çok güçlü bir sözcük.
“ Meşum bir olay” denildiğinde, daha kötüsü olamayacak kadar can sıkıcı, berbat, kötü, iç karartıcı bir olaydan söz ediliyor demektir…
“Şom” sözcüğü de aynı kökten türetilmiş olmalı…
“Şom ağızlı”, ağzından hep kötü haberler çıkan birini betimlemede Türkçemizin pek güzel deyimlerinden biridir…
İngilizcesinden başlayıp bunları nereden çıkardın derseniz, Newyork Times gazetesinin 26.12.2013 tarihli sayısındaki bir haberin giriş cümlesinden diye yanıtlayacağım…
Bu uzunca cümlede özetle, üç Bakanın Çarşamba günü ansızın istifa etmeleri ve bunlardan birinin ayrılırken Başbakanın da çekilmesi gerektiğini söylemesinden sonra, Türk hükümetini kuşatan yolsuzluk kovuşturmasının başbakana yönelik “meşum, uğursuz, kaygı verici vb…” bir boyut kazandığı dile getiriliyor…
Cümleyi okuduğumda, özellikle, yukarıda dilimizdeki karşılıklarını aktardığım sözcük üzerinde düşünmekten kendimi alamadım…
Meşum, uğursuz, can sıkıcı, iç karatıcı olan nedir?.. Ya da bütün bunlar kimin için böyledir?..
Olayın bütününe bakıldığında, her türlü kötülük nitelemesini hak eden bir durumun söz konusu olduğu elbette bir gerçek…
Fakat bu niteleme neden, kovuşturmanın özellikle başbakana yönelmesiyle ilgili olarak kullanılıyor?
Bunları yazarken, ilgili sözcüğün, “daha kötüsü olamayacak, kötünün kötüsü” gibi bir anlamda kullanılmış olduğunu duyumsuyorum…
Fakat yine de bir itirazım var…
Kovuşturmanın söz konusu kişiye yönelmesini ben, uğursuz değil uğurlu, hayırsız değil hayırlı, iç karartıcı değil iç açıcı, meşum değil ülkemizi karanlıktan aydınlığa çıkarıcı bir yöneliş olarak görüyorum…
Tabii, şu satırları yazmakta olduğum sırada başbakanlık koltuğunda oturmaya devam etmekte olan kişi bakımından değil, ülkemiz bakımından…


***
Bütün iktidarı süresince sadece bu konuda değil hiçbir konuda ödün vermeyen, uzlaşmaya yanaşmayan Tayyip Erdoğan, kabinede yapmaya mecbur kaldığı değişikliklerle, hükümetine ve kişisel olarak kendisine ve yakınlarına yönelik(aslında çok uzun zamandır halkın ağzındaki) ağır yolsuzluk, haksız zenginleşme, yabancı bankalarda yüklü para sahibi olma vb. suçlamalarından kurtulabilecek mi?
Bu konuda da yine 26 Aralık gününün Cumhuriyet gazetesinde , Ankara temsilcimiz Utku Çakırözer’in “Erdoğan’ın Kontrolü Kaybettiği An” başlıklı yazısında
ilginç bir kavramla karşılaştım…
Halkta egemen olan “yolsuzluk” algısını değiştirecek bir “illüzyon”(yanılsama, algı yanılgısı ) yaratmak…
Utku Çakırözer, “algı yönetimi” adını verdiği bu yöntemle başbakanın halkın yolsuzluk algısını değiştirmeyi planladığını, ancak istifaya zorlanan bakanlardan birinin doğrudan doğruya kendisini hedef almasıyla bu planın da zora girdiğini belirtiyor…
Halkta gerçek dışı, sahte algılar yaratarak toplumları yönetmek, diktatörlüklerin başlıca yönetim yöntemlerindendir…
Fransız toplum bilimci Gustave Le Bon’un bir süredir başucu kitaplarımdan biri olan
“Kitleler Psikolojisi”nde bu çok önemli konu enine boyuna irdelenir…
Diktatörler bu yöntemi içgüdüleriyle de olsa bilirler ve uygularlar…
Tayyip Erdoğan her fırsatta uyguladığı bu algı ve gündem değiştirme, gerçekliği saptırma yönteminden kolayca vazgeçebilir mi?
Kabine değişikliği ve sonrasında söyledikleri bu gerçeği karartmaya çalışarak algı değiştirme yönteminden vazgeçemeyeceğini,tam tersine dozunu daha da arttırarak sürdüreceğini gösteriyor.
Peki, bu yöntem bir kez daha başarı kazanabilecek mi?…
Hiç sanmam…
Toplumun aydın kesimlerinin dışına taşarak geniş halk kitlelerine yayılmakta olan hoşnutsuzluk ve tepkiler, ülkemizin meşum bir dönemi geride bırakmaya çok yaklaştığını gösteriyor…






Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/281213

22 Aralık 2013 Pazar

EGE’Lİ ŞAİRLER


Çukurova denildiğinde akla ilk elde nasıl roman ve sinema, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Yılmaz Güney geliyorsa ; benim için Ege ve özellikle de İzmir, öncelikle şiir ve Attila İlhan demektir…
Kuşkusuz Çukurova yöresinde yetişmiş şairleri, ya da Ege’nin romancılarını, öykücülerini görmezden gelmek aklımdan geçmez.
Fakat söz konusu Ege olduğunda, önceliği şiire veririm…
Alsancak Garının önünden geçtiğimde, dilime Attila İlhan’ın dizeeleri gelir.
İçinden İstanbul geçen şiirleri belki sayıca daha çoktur ve çok da güzeldirler.
Fakat yine de İstanbul öncelikle Yahya Kemal, Orhan Veli, Sait Faiktir…
Attila İlhan şirinin dokusunda, renginde, kokusunda ise, nedense hep İzmir’in,Ege’nin tatlarını duyumsarım…
Biraz bohem, serüven duygusu, alıp başını uzak iklimlere açılmak…
İstanbul bir başka yere gitmek duygusu uyandırmaz…
Kendi içinde, kendisine kapalıdır…
İzmir ise başka yerlere, başka denizlere kışkırtır insanı…
Attila İlhan, yaşamın önemli bir bölümünü ve son yıllarını İstanbul’da geçirmiş olsa da, şiiri İzmir’de doğup gelişmiş olmasaydı, başka bir Attila İlhan şiir olurdu bence…


***
Necati Cumalı çok değerli romanlarının, öykülerinin, oyunlarının yanı sıra, Ege’nin has bir şairidir…
Şiirindeki güneş Ege güneşi, rüzgârı İzmir’in imbatı, denizi Ege denizidir…
Nahit Ulvi Akgün, Şükran Kurdakul, Ege’nin, İzmir ve yöresinin şairleridirler…
Kurdakul’un toplumcu şiirinde, reji tütün işçilerinin devrimci geleneğinden sürüp gelen bir şeyler duyumsarım…
Kavruk Orta Anadolu’nun, Sivas’ın, Tokat’ın unutulmaz şiirlerini yazan Külebi, “İzmir’in denizi kız/Kızı deniz/ Sokakları hem kız/ Hem deniz kokar” dizeleriyle, içinde “yaz” sözcüğü geçmese de İzmir yazına, Ege yazının kösnüllüğüne yine unutulmaz bir selam göndermiştir…
Refik Durbaş, Özkan Mert, Hüseyin Peker, az daha genç Sina Akyol, aynı ya da yaklaşık olarak aynı kuşaktan olduğumuz İzmir’li şairlerdir.
Şairlerin,yazarların, sanatçıların yaşadıkları mekânlarla yapıtları arasındaki ilişki, konulardan çok , ses, renk, koku, üslup özellikleri bakımından irdelense, çok ilginç sonuçlara ulaşılır…
Edebiyatı edebiyat yapan da, konudan çok sanki bu türden özelliklerdir…
… Ege çocuğu olmasam da, o coğrafyayla akrabalığım, bir içsel yakınlığım vardır…
Ege’de kendimi daha çok kendim gibi duyumsarım…
İçlerinde son yıllarda yazdıklarımdan da olan bazı şiirlerimin, Ege esintileri taşıdığını bilirim…


***
Ege, İzmir ve yöresi, günümüzde de şiirle,şairle dolup taşıyor …
Bu yılın yaz aylarının büyük bölümünü geçirdiğim İzmir’de ve daha çok Foça’da, yaklaşık olarak aynı kuşaktan şair dostlarımla, Hüseyin Yurttaş’la, Hidayet Karakuş’la güzel günlerimiz oldu…
Daha genç kuşaktan Tuğrul Keskin, Namık Kuyumcu, Ünal Ersözlü, Halim Yazıcı, İstanbul çocuğu olmakla birlikte artık Foçalı da olan Hasan Öztoprak kardeş kadar yakın arkadaşlarımdır...
Daha az görüşsek de Fergun Öztelli’yi, Yusuf Alper’i, adları şimdi bir çırpıda aklıma gelmeyen başkaca şair arkadaşlarımı bu listeye eklemeliyim…
Bir de, müzisyen, romancı, şiir sevdalısı, şair dostu , bence gizli şair, “Türkiye Üzgün Yurdum” adlı şiirimin harika bestesinin yaratıcısı Erhan Doğan’ı listenin belki de en başına koymalıyım…


***
Değişik sanat dallarından Egeli sanatçıların sanat ve sanatçı üzerinde her türlü baskıya karşı “Ege Sanatçılar Girişimi” adıyla bir ortak buluşmada bir araya geldiklerini önce Hüseyin Yurttaş’ın iletisinden, sonra da girişimin basında yayınlanan bildirisinden öğrendim.
Çoğu kez olduğu gibi bu oluşumun gerçekleşmesinde de şairlerin öncülük yapmış olması doğaldır…
Başta Egeli şairler, Egeli bütün sanatçı dostlar, her alandaki özgürlük düşmanlığına karşı bu sanatçı direnişini desteklemeli, içinde yer almalıdır…




Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/ 221213




21 Aralık 2013 Cumartesi

KORKU VE ECEL



Korkunun ecele faydası yok özdeyişi iktidardaki parti yöneticilerinin ruhsal durumlarına ve görünümlerine tam olarak uyuyor.
Erdoğan’ı Belediye Başkanlığından alındığı günlerde İstanbul Belediyesi önünde toplanan bir avuç kalabalığa konuşurken bir rastlantıyla dinlemiştim.
Bağıra çağıra meydan okuyordu.
Tuhafıma gitmişti ve yazmıştım da bu izlenimimi..
Bir kamu görevlisinin ya da hatta bir siyasetçinin değil; bir yerlerden güvence almış, sırtını bir yerlere dayamış, bir hedefe kilitlenmiş birinin, ölçü dışı bir konuşmasıydı bu.
O sırada, cezaevine gireceği için korkuyor muydu, sanmam.
Bunu şimdi çok daha iyi görebiliyoruz.
Aldığı güvencelerin kendisini çok daha yukarılara çıkaracağının, bir kaç ay sürecek cezaevi yaşantısının da oynamayı çok iyi becerdiği mazlum ve kahraman rolüne pek güzel bir altyapı kazandıracağının her halde bilincindeydi.
Sonra başbakan olarak hep bağırdı.
Partisini kökünden sallayan rüşvet operasyonu sonrasında da bir süre sustuktan sonra Konya'dan sesini yükseltti.
Fakat dikkatli bir kulak, bu bağırışın öncekilerden farkını, halka ve Tanrıya sığınıştaki çaresizlik tınısını, savurmaya devam ettiği tehditlerdeki geri çekiliş tonlarını ayrımsayabiliyor.
Dikkatli bir göz, yüzdeki kasılmaları, sararmaları gözlerdeki donuklaşmaları görebiliyor.
Başbakan korktuğunu, hem de fena halde korktuğunu artık gizleyemiyor.
Fakat, halk deyişinde pek güzel söylendiği gibi, korkunun ecele faydası yoktur...


***
Rüşvet operasyonunun kimlerce, hangi güçlerce başlatıldığının çok fazla önemi yok.
Burada bence asıl önemli olan, hırsızlığın, soygunun, yasa dışılığın açık seçik ortada oluşudur.
Bir cinayet işlendiğini ve onu kimin işlediğini ortaya çıkaranın kimliğinden daha önemli olan, bir cinayetin işlenmiş olduğunun ve kimlerce işlendiğinin öğrenilmesidir…
Daha da önemli olgu, Türkiye’de devletin(yasamanın, yürütmenin, yargının) büyük oranda artık Türkiye Cumhuriyetinin yasama, yürütme ve yargı organları değil, iki gerici güç arasında paylaşılmış bir devlet erki olduğu gerçeğidir…
Bu gerçekleri göz ardı ederek konuyu operasyonun hangi güçlerce başlatıldığı sorusuna yöneltmeye çalışmak, gerçeği saptırıp karatma çabasıdır…
AKP yönetiminin ve yandaş medyanın yapmaya çalıştığı da tam olarak budur….
Rüşvet operasyonu”ndaki “operasyon” kavramının bile inanılmaz bir pervasızlık ve utanmazlıkla
yönü değiştirilerek kafalar karıştırılmak isteniyor…
Hükümet açıklamalarında ve hele yandaş medya yayınlarında, asıl operasyon sanki rüşvetçilere karşı yürütülen değil de ,bu operasyonu düzenleyenlere karşı yapılan bir operasyonmuş izlenimi yaratılmaya çalışılıyor…
AKP yönetimi ve başındaki kişi bir kez daha, kavramları ters yüz etmede, doğruyu eğri,eğriyi doğru göstermede inanılmaz “usta”lığını gösteriyor…


***
Fakat nereye kadar?..
Haziran Direnişi günlerindeki yazılarımda ve konuşmalarımda Tayyip Erdoğan’dan bir geri çekilme, uzlaştırıcı bir sağduyu davranışı beklemenin anlamsızlığına değinenlerden biriydim…
Aynı şeyi bir kez daha görüyoruz ve bu da söz konusu kişi bakımından tutarlı bir davranıştır…
Tayyip Erdoğan en başından beri çevresini koruyarak, hiçbir konuda hiçbir ödün vermeyerek bu günlere gelebilmiş bir kişidir.
Bu günden sonra da ondan farklı bir davranış beklemenin, teslimiyetçilikten başka bir anlamı olamaz.
Bu gün gelinen noktada tek fark, rüşvetin, hırsızlığın, çürümenin artık örtbas edilemez olduğu, halk insanlarının da artık her yerde bu gerçeği korkusuzca, çekincesizce, açıkça dile getirmeleridir…
Suçları gizlenemez olanlar ise korkularını da artık gizleyemiyor…
Özdeyişi yineleyecek olursak, korkunun ecele faydası yoktur…
Fakat bu kaçınılmaz sonu çabuklaştırmanın tek yolu,
çarpışan iki gerici gücün dışında kalan herkesin, seyirci olmaktan çıkarak, her alanda, her platformda ve sadece lafta da kalmayarak, etkili, kararlı, sonuç alıcı bir savaşım vermesidir….







Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/211213

14 Aralık 2013 Cumartesi

DİKTATÖRLÜĞÜN TARİFİ


Tayyip Erdoğan’ı dinlemek bahtsızlığını yaşamaya devam ediyoruz.
Belki daha seyrek olmakla birlikte, yine her yerde karşımıza çıkıyor.
Eceabat’tan Çanakkale’ye geçerken vapurda yine bangır bangır bağırıyordu.
Halkımız belli ki dinlemiyor, fakat herhangi bir tepki de göstermeksizin, sanki tepesinde bağırıp duran biri yokmuş gibi ifadesiz bir yüzle robotsu yaşamını sürdürüyor…
Televizyonu kapatayım diyorum, fakat böyle bir düğme yok.
Yukarı çıkıp kaptanı arıyorum,kayıp.
Sonra, dinlenmekte olduğu söylenen kaptana vekâlet ettiğini öğrendiğim gençten biri peydahlanıyor.
Kapatın şu televizyonu, kafamız şişti diyorum…
Bir toplu taşıma aracında, tek bir kişi bile istemiyorsa, televizyon izlemeye, hele tek bir kanalı, tek bir istasyonu dayatmaya hakları olmadığını anlatmaya çalışıyorum…
Anlayıp anlamadığı belli değil, fakat tepkisiz halkımızın yine herhangi bir tepkisiyle karşılaşmaksızın kapanıyor televizyon…
***

Meclisteki bütçe konuşmalarını göz ucuyla izlerken yine çıktı karşıma…
Biraz dinleyeyim dedim…
Kendi içinde tutarlı bir tutarsızlıklar zinciri…
İnsan sürekli olarak saçmalıyorsa, saçmalamanın da kuşkusuz bir tutarlılığı olacaktır.
Tayyip Erdoğan konuştuğu konuda gerçekten cahil olduğu için mi, yoksa bile bile mi
gerçekliği saptırıyor?
Konu, demokrasi…
Demokrasinin gerçekleştiği tek yer oy sandığıymış ve sonuçta da Millet Meclisiymiş…
Meclisin dışında kalan her şey, kitle gösterileri, yargı erki, sivil toplum, özetle akla gelebilecek her türlü meclis dışı muhalefet, Tayyip Erdoğan’a göre ya terörizm, ya darbecilik…
Meclisteki muhalefeti de terörizm destekçisi olmakla suçlamaktan geri kalmıyor….
Bu arada, bir yenilik olarak, kapital sahiplerini de hedef tahtasına oturtuyor…
Sanırsınız ki palasını halk yararına sallamakta olan bir halk kahramanının karşısındasınız…
Oysa, Gezi Direnişi günlerinde, direnişe destek veren kapital sahiplerini ,“benim dönemimde on kat zenginleştiniz, şimdi nasıl bana karşı çıkarsınız…” diye azarlayıp tehdit eden kendisi….
Sanki halkın o dinlence alanına AVM’ker, zenginler için konutlar dikmeye yeltenen o değil…
Dizginleyemediği öfkesi, hevesi kursağında kaldığından olmalı…
Gezi’de yaptığım konuşmada, dinleyici topluluğuna, içinizde AKP döneminde on kat zengin olanınız var mı diye sorduğumda, kitleden yükselen protesto seslerini tahmin edersiniz…
Tayyip Erdoğan, ailesine, sülalesine sövülüp sayıldığından yakınıyor…
Gerçekten de, sokaktaki insana kulak verdiğinizde, gelmiş geçmiş hiçbir siyasetçi için bu kadar ağır sözler söylenmediğini görüyorsunuz…
Acaba neden?
Rüzgâr eken fırtına biçeceği için mi?
Kaldı ki söz konusu kişi, partisi iktidara geldiğinden beri ve daha da öncelerden, rüzgâr değil fırtına ekmeyi sürdürüyor…

***
AKP yöneticilerinin TV ekranındaki yüzlerini izliyorum…
Yüzler asık, dudaklar sımsıkı kenetli…
Tayyip Erdoğan’ın limon sarısı, gülümsemeyi unutmuş ya da belki hiç tanımamış yüzünden, düşünüp düşünmediği, düşünüyorsa ne düşündüğü anlaşılamıyor…
Gezi’den bu yana yerle bir olan “karizma” sının, kişisel ve partisel geleceğinin kaygısı içinde olduğunu tahmin etmek güç değil…
Konuşmasında söyledikleri ise diktatörlük tarifinin ta kendisi…
Tek güç Millet Meclisiymiş…
Meclis çoğunluğu onun elinde.
Yürütme zaten onun buyruğunda…
Bürokrasi,polis,yargı, asker, ya buyruğunda ya tehdidi altında
Tek güç benim demek istiyor…
Güya demokrasiyi tarif ederken, diktatörlüğü tarif ediyor…
Giyotinde can veren bahtsız Fransa kralı gibi, kanun benim demek istiyor…
Ömrünü çoktan tamamlamış bu anlayış, hiçbir çağdaşlık pırıltısı, demokrasi gerçeğine ilişkin tek bir ışıltı, en küçük bir bilgi ve bilinç kırıntısı taşımıyor…


***
Tayyip Erdoğan diktatörlüğünün büyük olasılıkla son çırpınışları izleniyor…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/141213




SEVGİLİ BALBAY! BİR GİRİP BİN DEĞİL,MİLYONLARCA ÇIKTIN…

HOŞ GELDİN KARDEŞİM. ZATEN HEP BURADAYDIN

8 Aralık 2013 Pazar

ÇARESİ İSYAN…




1994’ü başlangıç aldığımızda Halûk Çetin’le şiir-müzik dinletilerimizin tarihi önümüzdeki yıl 20. yılına ulaşmış olacak.
Antalya Karaoğlan Parkı konser salonunda birlikte ilk kez sahneye çıktığımızda, bu şiir-müzik buluşmasının bunca yıl süreceğini ikimiz de bilemezdik.
Yurdu Teninde Duymak” adlı kitabımda bazılarını yazdım…
O günlerden bu günlere, sözcüğün gerçek anlamıyla Edirne’den Ardahan’a
yüzlerce dinletimiz oldu…
Tek tek sayabilmem olanaksız…
Ancak, dinleti vermediğimiz kentlerimizin sayısının bir elin parmaklarını geçmeyeceğini rahatlıkla söyleyebilirim.
Bazı kentlerimizde birden çok fazla dinletimiz oldu…
Buna daha küçük yerleşim birimlerini, bu arada yurt dışı dinletilerimizi de eklemek gerek…
Yüzlerce dinletide izleyicilerimizin sayısının da yüz binlere ölçülecek olması doğaldır…
İki sanatçının bu sanatsal buluşması ve bu buluşmanın bunca zamandır kesintisiz sürmesi olağanüstüdür…
Fakat öyküye biraz daha önceden başlamak gerekiyor…


*** *** ***
1982’de cezaevi, 1984te ülkeden zorunlu ayrılış sonrasında, yurt dışındaki sürgünlük yıllarımda, özellikle Almanya’nın neredeyse bütün kentlerinde topluluk önünde şiirlerimi okudum…
Yaklaşık bir saat süren bu şiir dinletilerini bir müzisyenle birlikte yapmak düşüncesi aklıma o okumalar sırasında geldi…
Özellikle “eşliğinde” değil “birlikte” sözcüğünü kullanıyorum…
Çünkü şiirin müzik eşliğinde okunmasına hiçbir zaman yakınlık duymadım…
Şiirin kendi dizemi(ritim), ezgiselliği vardır…
Bu ezgiselliğin müzikle desteklenmesine gereksinimi olmadığı gibi, böyle bir müzik eşliği izleyiciyi etkilemede işin kolayına kaçmaktır…
Dahası, şiirin(dilin) ezgiselliğinin ikinci planda kalması, belki yok olmasıdır…
Benim düşündüğüm ve yurt dışı dinletilerimde zaman zaman gerçekleştirdiğim başka bir şeydi…
Şiirlerimi bazen tematik, bazen zamandizimsel(kronolojik) sıralamalarla okurken, bu tematik bölümler arasında onlara uygun sözlü ya da sözsüz bir ezgi
hem tekdüzeliği kıracak, hem bölümler arasındaki geçişte bir köprü olacak, hem de sahnedeki kişinin topluluk karşısındaki kaçınılmaz gerginliğini azaltacaktı…
Türkiye’ye dönüş öncesinde ülkeye ayak bastıktan sonra gerçekleştirmeyi en çok arzuladığım şey ise, bütün ülkeyi şiirlerimi okuyarak dolaşmaktı…
Başlangıçtaki birkaç dinletide topluluk önüne birlikte çıktığımız müzisyen arkadaşlarla birlikteliğimiz uzun ömürlü olamadı.
Halûk Çetin’le daha ilk dinletide yakaladığımız uyum, aksamaksızın ve gittikçe gelişerek, bugün bence mükemmel diyebileceğim bir düzeye ulaştı…
Halûk’un en büyük katkısı ise, daha ikinci dinletimizden başlayarak, söylenecek şarkıların benim şiirlerimden yapılan besteler olmasını düşünüp önermesiydi
Doğrusu bunu hiç düşünmemiştim…
Böylece dinletilerimiz, her birinde az çok değişikliğe uğrayarak, bugüne kadar süregelen biçimini kazanmış oldu…


*** *** ***
Şiirlerimden yapılan çok sayıda beste arasında Halûk’unkilerin kuşkusuz özel yeri vardır.
Ortak albümümüze adını veren “Aşk İki Kişiliktir” bunların en ön sırasında yer alır.
Kırk Yaşın Eşiğinde Şiir” en sevdiklerimdendir…
Birlikte yaptığımız albümden sonra Halûk aralarında benim de olduğum çağdaş şairlerimizden yaptığı besteleri “Şiir İçi Şarkılar” adlı albümünde topladı.
Şu günlerde ise uzun ve zahmetli bir çalışma ürünü, Pir Sultan, Karacaoğlan,Köroğlu,Dadaloğlu,Mahzuni, Muhyi,Veysel, Neşet Ertaş,ve Muhlis Akarsu’nun deyişlerini seslendirdiği “Çaresi İsyan Olmuştur” adlı albümü şiir ve müzik severlerin ilgisine sunuldu…
Albümde, yukarıda adları sayılan ozanların Halûk Çetin’in sesiyle ve gitarıyla yorumlanan türkülerinin ve A. Gördüm’ün okuduğu bir Nâzım Hikmet şiirinin yanı sıra, Halûk’un bestesi ve yorumuyla benim “Yunus Gibi” adlı şiirim de yer alıyor…
Zaten albüm, adını bu şiirin son dizesinden alıyor…


*** *** ***
Çaresi İsyan Olmuştur” Gezi Direnişi’yle yükselen devrimci isyan ve dayanışma ruhuna, müzikle ve şiirle bir destek bildirisi gibi, yüzyılların öfkesini ve sevdasını günümüze taşıyor…
Bu öfkeyi ve sevdayı günümüzdekilerle buluşturuyor…
Bu özellikleriyle de bence, en büyük sayıda şiir ve müzik severin ilgisini hak ediyor…



Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/081213

7 Aralık 2013 Cumartesi

KİM OLDUĞUMUZ ÜZERİNE




Demek ki gün gelecek, içinden geçmekte olduğumuz toplumsal altüst olma süreçlerinde kim olup olmadığımızı da tartışmamız gerekecekmiş…
Ortaya bir soru atılmışsa ve destekçisi de varsa ,deli saçması bile olsa üzerinde durmak, yanlışını, varsa doğrusunu göstermeye çalışmak gerekiyor.
Bu nedenle, Türk diye bir ırk yoktur, Türklük bir sentezdir gibi bir iddiayı da elimizin tersiyle itmeyip üzerinde durmalıyız…
***
Öncelikle ırk kavramı üzerinde anlaşmaya çalışalım…
Nedir ırk?
İnsan dediğimiz canlı türü bakımından değerlendirecek olursak, “Aynı soydan gelen insanlar arasında fizyolojik, kültürel vb. benzerlikleri sağlayan öğelerin bütünü” gibi bir tanım, belki eksik de olsa sanırım yanlış sayılmaz.
Bu tanımla baktığımızda, farklı kollara ayrılmış olsalar da , tıpkı Slavlar, Anglosaksonlar, Franklar, Germenler gibi, Orta Asya, Kafkasya vb. kökenli bir Türk kimliğinin varlığı yeterince açıktır.
Bu Türklerden bir bölümü bundan yaklaşık bin yıl önce Küçük Asya diye de adlandırılan Anadolu’ya akın ettiler ve bu günlere kadar süren büyük serüven böylece başlamış oldu…
***
Türk kimliğinin Anadolu’ya ve onun da ötesinde Orta Doğuya, Kırım’a, Balkanlar’a, Avrupa içlerine uzanan serüveninin oldukça karmaşık süreçlerden geçtiğini kabul etmek gerekir…
Bu serüven, günümüzdeki işçi göçleriyle, bu gün de devam etmektedir.
Anadolu’ya ayak basan Türk soyundan topluluklar zaman içinde buradaki halklarla karışıp kaynaştılar.
Bu, kaçınılmaz, doğal bir süreçti.
Günümüz Türkiye Türklüğü, bu bakımdan, hiç kuşkusuz “ırksal” bir olgu olmaktan çok daha fazla bir “sentez” olgusudur…
Fakat bu, sadece Türkiye Türklüğü bakımından değil, ilkel kabileler konumunda yaşamakta olan az sayıda topluluklar dışında, bütün insan toplulukları bakımından böyledir…
Çünkü günümüzde insan toplulukları “ırksal” değil “ulusal” kimliklerce adlandırılıyor…
Kaldı ki ulusal kimliklerin de daha geniş sentez kimliklere evrileceği, evrilmekte olduğu yine kaçınılmaz bir olgudur…


***
Burada yanıtlanması gereken soru, Anadolu’da pek çok halkla karışıp kaynaşan Türk soyundan toplulukların, kimliklerini nasıl olup da yitirmedikleri,
bu coğrafyanın neden, Türklerin kendilerinden de daha çok bütün dünyaca, Türkiye diye bilinip adlandırıldığıdır…
Sorunun yanıtlarını ben, söz konusu toplulukların, akıncı, savaşımcı, aynı ölçüde de kurucu kimliklerinin yanı sıra, Türkçenin kolay özümsenir, sağlam omurgasında, özellikle de fiillerinin yalın ve güçlü anlam ve ses özelliklerinde görüyorum…
Müslümanlığa geçiş süreçlerinin kazandırdığı dinamizmi de bunlara eklemek gerekir…


***
Günümüz dünyasında ırksal kavramlarla düşünmek ilkelliktir.
Fakat ulus gerçeğinin yadsınması da, kasıtlı bir bölücülük değilse eğer, ırksal kavramlarla düşünmek kadar bilim dışıdır.
Önceki yazılarımda bir çok kez dile getirip açıklamaya çalıştığım “Türkiye Türklüğü” kavramını bir kez daha yineliyorum…
İster Türklük, ister Türkiye Türklüğü denilsin, Türkiye bakımından “Türk” kavramı bir ırkın, bu ülkedeki etnik topluluklardan birinin adı değil, bir ulusal kimliğin adıdır…
Bu ad, tıpkı Türkiye adı gibi, herhangi bir zorlamayla değil, tarihsel süreçlerde, kazanılmış, hak edilmiştir…
Asıl şimdi yapılmak istenen, gerçekliğe aykırı bir zorlamayla, Türk ulusal kimliğinin etnik bir topluluğun adı olmaya indirgenerek daraltılması, ardından da Türk ulusunun parçalara bölünerek sonuçta Türkiye adının da anlamsızlaştırılıp yok edilmesidir…


***
Bir kez daha Türk var mı, yok mu sorusuna dönecek olursak…
Türk soyundan topluluklar binlerce yıldır vardı, bu gün de varlar…
Türkiye’de Türklük bir ırkın, etnik bir topluluğun değil, bir ulusal kimliğin adıdır.
Bu gün bu ulusal kimlik, çeşitli biçimlerde, etnik ayrımcılıkların ve ümmetçi gericiliğin, emperyalizm destekli saldırısı altındadır…



Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/071213