Bana
bir şiiri nasıl yazdığım sorulduğunda yanıtlamakta güçlük
çektiğim zamanlar vardır.
Çünkü
bazı şiirler, üstelik en çok sevilip tanınanlardan ve gerçekten
kendimin de en sevdiklerimden, en değerli bulduklarımdan bazıları,
umulmadık zamanlarda birdenbire gelir.
Bu
“gelir” sözü(buna içten gelme de diyebiliriz) bu tanıma çok
uygundur.
Örneğin
“Ben Ölürsem Akşam Üstü Ölürüm” tam olarak bu tür
şiirlerimdendir.
1970
başlarında Paris’te bir sabah uyandığımda, ne akşam üstünü
ne ölümü düşünmezken, aklımda şiirdeki sözcüklerin ve
kavramların kırıntısı bile yokken, sanki kulağıma fısıldanmış
gibi bir çırpıda yazılmış bir şiirdir…
Yine
örneğin, “Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var” da
öyledir…
Bu
kez 70’li yılların ortalarında, o sırada yalnız yaşadığım
Kadıköy’deki evimde, bir akşam üstü eve gidip daktilonun
başına geçerek yine bir çırpıda yazılıp tamamlanmış bir
şiirdir…
Tabii
sonradan düşündüğümde, bilinç altındaki bu oluşumların
nedenlerini, kaynaklarını az çok anlayabiliyorum…
Fakat
yine de bunlar sanki birer armağan, denebilir ki “yıldızın
parladığı” anların olağan dışı, olağan üstü ürünleridir…
Buna
karşılık pek çok şiir de uzun araştırmalar, çalışmalar
sonunda ortaya çıkmış, tamamlanmışlardır…
Kimi
dizelerin, kimi kez tek bir sözcüğün bulunup yerine konulması
için yılların geçmesi gerekmiştir…
Şairin
atölyesi onun duygu ve düşünce dünyası, baştan sona bütün
yaşamıdır…
Bir
ressam, bir müzisyen, bir anlatı yazarı, bir tiyatro yaratıcısı,
ürünlerinin nasıl ortaya çıktığı sorulduğunda, az çok aynı
şeyleri söyleyecektir…
Sanat
bilinmezle bilinenin, sezilenle kavrananın, içten gelenle bilinç
ürünü olanın, anlaşılması güç, karmaşık, sanatçının
kendisinin bile bütünüyle açıklamakta güçlük çekeceği bir
sentez, bir yaratma olgusudur…
Daha
da özetle söylenecek olursa, ince, çok ince bir iştir…
****
Sanatçı
duyarlı, duygulu bir kişiliktir…
Kabalıkla
karşılaştığında, yapıtı ve kişiliği küçümsenip hor
görüldüğünde, çoğu kez karşı çıkmaksızın kendi içine
çekilir…
Yapılan
şey ciddi, doğru bir eleştiriyse, gerçek sanatçı bu
eleştirinin doğruluğunu yanlışlığını, kendi içinde
tartışır, irdeler, sonuçlar çıkarmaya çalışır…
Onun
en acımasız eleştirmeni zaten kendisidir…
Siyaset
dünyasında olağan sayılan hakaretler, sövgüler, sanat dünyasına
yabancıdır.
Farklı
sanat anlayışları arasındaki çatışmalar da, ne kadar sert
olursa olsun, kişiliğe saldırı düzeyine inmez, inemez…
Örneğin
hiçbir sanatçı bir başka sanatçı için, onu ne kadar beğenmese
de, “sanatçı müsveddesi” demez, dememelidir…
Çünkü
beğenmediği sanatçının da, yetenek düzeyi ne olursa olsun,
zahmetli, çileli bir işin emekçisi olduğunu bilir, bilmesi
gerekir…
****
Sanat
dünyası ile siyaset dünyası arasındaki ilişki bir başka
çetrefil konudur…
Sanatçı
siyaset konusunda düşüncelerini açıklarken, kendi alanı
dışında bir konuda kafa yoruyor demektir…
Bu
hele muhalefetteki bir sanatçının iktidara yönelik bir eleştiri
yada suçlaması ise , bunu bir çıkar beklentisiyle değil, tam
tersine belayı göze alarak yapıyor demektir.
Bu
nedenle de eleştirilen siyasetçi, hakaret yağdırmak yerine, bu
cesarete saygı duymalı, söylenenden incinse de anlayışla
karşılayıp ders çıkarmaya çalışmalıdır…
Bu
konudaki sıkıntılardan biri iktidar zehirlenmesi, kendini her
türlü eleştirinin üstünde görmekse, bir öteki sanata ve
sanatçıya karşı içten içe duyulan bir öfke, bir haset, bir
kıskançlıktır.
Çünkü
siyasette yükselmiş herhangi bir siyasetçinin yaşamı
irdelendiğinde, zamanında bir sanat dalıyla uğraştığı ,
genellikle de başarısız olduğu görülecektir…
Bunun en tipik örneği, resimleri
bence pek de kötü olmamakla birlikte akademiye üst üste
başvuruları reddedilmiş olan Adolf Hitlerdir. ..
Son olarak söyleyeceğim
ise;sanata,sanatçıya karşı hoş görüsüzlüğün, düşmanlığın
hiçbir siyasetçiye iyilik getirmediği, getirmeyeceğidir…
Ataol
Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/261218
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.