-İstanbul
Barosunun unutulmaz başkanı, büyük hukukçu, hapishane arkadaşım
sevgili Orhan Apaydın ağabeyimin anısına-
Fransızcadan
aldığımız “avukat” sözcüğünün kökeni Latince ”ad
vocare” imiş…
Çağırmak,
ses etmek anlamlarına gelen “vocare” fiilinin avukatlıkla
ilişkisinin ise iki farklı yorumuyla karşılaştım.
İlki,
mahkemeye çağırmak.
Bu
yorumu pek anlamlı bulmadım.
İkincisi
,yardıma çağırmak.
Bu
yorum avukatlık olgusuna (mesleğine) daha çok yakışıyor…
***
Kardeşim
Namık Kemal Behramoğlu’nun tanık olduğum meslek yaşamında,
avukatlığın nasıl güç, çileli bir iş olduğunu yakından
gördüm.
Ayrıntılara
girmeye gerek yok.
Özetle
söyleyebileceğim; hukuk alanındaki meslekler içinde en güç, en
çetrefil ve her bakımdan en güvencesiz mesleğin avukatlık
olduğudur.
Tıp
alanıyla, doktorluk mesleğiyle de bir benzerliği vardır.
Doktordan
hastayı mutlaka iyileştirmesi beklendiği gibi, avukatın da
üstlendiği davayı ille de kazanması beklenir…
Bu
ise her iki durumda da her zaman olanaklı değildir…
Aradaki
fark ise, doktorun başarısızlığının nedenleri her şeye
karşın ve istisnalar dışında anlayışla karşılanırken ve
çabası değerli bulunurken, üstlendiği davanın niteliği ne
olursa olsun başarılı olamayan avukatın çabaları bir anda
hiçlenir, aldığı avukatlık ücretini sanki hak etmemiş gibi
olur…
Bu
ise, bu meslekle ilgili önemli bir algı sorunu, toplumda ciddi bir
bilgi ve anlayış eksikliği olması demektir…
***
Özlük
hakları bakımımdan da avukatların en güç ve güvencesiz
konumdaki hukukçular olduğunu yine yakın gözlemlerimle biliyorum.
Sözü
edilmeye değer bir emeklilik güvencesi olmadığı için neredeyse
son nefesinize kadar çalışmak, dosya açmak ve izlemek
zorundasınızdır…
Müvekkile
dert anlatmak,bürokrasi sorunlarıyla boğuşmak, adliye
koridorlarında koşuşturup duruşma salonlarında nefes tüketmek
bu mesleğin olmazsa olmazlarıdır.
Bütün
bu çırpınışlar ve çoğu kez gereksiz zaman israfı içinde,
avukat kendini geliştirmek, mesleğinin inceliklerinde daha
ayrıntılara inmek, kişisel ve toplumsal yaşamın bütün
alanlarıyla ilgili hukuk biliminin derinliklerine ulaşabilmek için
gereken enerji ve zamanı nasıl bulacak?
***
Günümüz
Türkiye’sinde avukatlık mesleği siyasal iktidarın da hedefinde,
saldırısı altındadır.
Son
birkaç ayda gazetedeki posta kutum, aralarında azımsanamayacak
sayıda avukatların da bulunduğu tutuklu mektuplarıyla dolup
taştı.
Demokrasinin geçerli olduğu hiçbir
ülkede bu kadar çok sayıda avukat hapiste olamaz.
1
yıl süren tutukluluk sonrasında 14 Eylüldeki duruşmada tahliye
edilen 17 avukattan 12’si hakkında , savcılığın itirazı
üzerine ertesi gün yeniden tutuklama kararı verildi.
Bu
itirazı yapan ve bu kararları verenlerin de hukukçu olmaları
nasıl büyük, can acıtıcı bir çelişki!
***
Burhaniye
T Tipi hapishanesinden gönderdiği 23 Temmuz tarihli
mektubunda,2006’daki ölüm orucu sırasında toplumun yakından
tanıdığı avukat arkadaşım Behiç Aşçı, SEGBİS adlı bir
uygulamadan söz ediyor.
OHAL
kalkmış olsa da ona dayanarak yapılmakta olan bu uygulamaya
göre;mahkeme heyeti isterse ,tutuklu salona getirtilmeden, duruşma
ona bir ekrandan izlettirilerek de yargılama yapılabiliyor…,.
Engizisyon
mahkemelerinde bile, savunmanın özgürce yapılması demek olan yüz
yüze savunma hakkına uygun davranıldığını belirten avukat
arkadaşım özetle, SEGBİS denilen bu uygulama ile “yargılanan
kişinin küçük bir TV ekranına sıkıştırılmaya
çalışıldığını…” söylüyor…
Yani
F Tipi zulmünün mantıksal devamı, ölmeden mezara konulmak gibi
bir şey…
***
Bu
yazı önümüzdeki hafta sonu yapılacak İstanbul Barosu seçimleri
öncesinde ve bu seçim düşünülerek yazılıyor.
(Kökeni
yine Latince olan) Fransızca “barreau”dan dönüştürdüğümüz
“baro”, savunmayı yargıdan ayıran parmaklık anlamına
geliyormuş…
Avukatlar
bu gün sadece mahkeme salonunda değil, her anlamıyla (demir)
parmaklıklar arkasında…
Öyleyse
ayrışmanın, bölünmenin, parçalanmanın değil, güçleri en
akıllıca birleştirmenin zamanındayız…
Ataol
Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/171018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.