Savaş,
öldürmek ve öldürülmek demektir.
Savaşmaya
giden ya da gönderilen kişi bu gerçeğin ne ölçüde
bilincindedir?
Bilmek
ve bilincinde olmak iki ayrı şeydir.
Bildiğinizi
düşündüğünüz şeyin bilincine o şeyin gerçekliğiyle
karşılaştığınızda varır, ya da yine de varmazsınız…
Savaş
kavramının gerçekliğini, çeşitli zamanlarda çeşitli
çevrelerce ve çeşitli bakımlardan yüklenen anlamlardan
arındırarak algılamaya çalıştığınızda, karşınıza
kaçınılmaz olarak çıkacak olan, onun öldürmeye ve öldürülmeye
hazır olunması demek olduğudur.
Bu
gerçeklikle karşılaşmaya kaç kişi hazırdır?
Sorulduğunda
alınacak yanıtlar, hep üst ve yan kavramlar olacaktır…
Bunlar
da zamana ve kişiye bağlı olarak değişir…
***
Yüzlerce,
belki binlerce yıl sürmüş ilkel yağma ve istila dönemlerinde
savaşçıya yaptığı işin nedeni ve anlamı sorulduğunda ya
şaşıracak, ya da bunu doğal bir hak olarak, yağma ve ganimet
için yaptığını söyleyecektir.
Karşısındaki
ise ya boyun eğip teslim olacak, ya da kendisini savunmak için
savaşacaktır…
Sonrasındaki din savaşlarında amaç
bir inancın alanını genişletmek gibi görünse de, asıl amaç
yine de yağma, ganimet, istila, egemenlik alanı genişletilmesidir.
Karşıdaki
güç yine ya boyun eğip teslim olacak, ya da savaşmak zorunda
kalacaktır…
Fakat
bu kez, ilkel yağma ve ganimet dönemlerinden farklı olarak savaşan
her iki taraf için de savaşı haklı ve meşru gösteren üst
kavramlar oraya çıkmıştır.
Kendi
inancının üstünlüğü ve doğruluğu, bu inanç uğrunda ölmenin
ve öldürülmenin her iki dünyada da ödüllendirileceği,
şehitlik, daha sonraki zamanlarda vatan sevgisi, daha dünyasal
amaçlar ve idealler için öldürmenin ve öldürülmenin
kaçınılmazlığı, zorunluluğu, öyle olması ya da öyle
sanılması, vb…
Görüldüğü
gibi, kavramın ve olgunun irdelenmesi, yeni kavramlar ve olgular
ortaya çıkarıyor.
Fakat
değişmeyen ve değişmeyecek gerçek, savaşın öldürmeye ve
öldürülmeye hazır olunması demek olduğudur.
***
Tam
olarak bu noktada iyi savaş-kötü savaş değil, fakat haklı
savaş-haksız savaş ayrımının yapılması kaçınılmazlaşıyor.
Sağlıklı
bir akıl ve vicdan için, öldürmenin ve öldürülmenin iyi bir
şey olarak görülüp savunulabileceğini düşünemiyorum.
Bu,
haklı bir savaşta, yasal savunuda, anayurdu savunma savaşlarında
da böyledir, böyle olmalıdır.
Öldürmenin
ve öldürülmenin zorunlu ve kaçınılmaz olduğu zamanlarda
bunların göze alınması başka, süslenip güzellenmesi,
yüceltilmesi daha başka bir şeydir.
Bu
söylediklerimi yeterince anlamayanlara, tersinden anlamaya yatkın
olanlara, , Svetlana Aleksiyeviç’in dilimize “Kadın Yok Savaşın
Yüzünde” diye çevrilen kitabını okumalarını ve Atatürk’ün
Anzak askerleri için 1934’te söylediği, Gelibolu Anzak
koyundaki kitabede yer alan sözleri üzerine düşünmelerini
öneririm.
***
Anayurt
savunmasının en haklı savaş olduğu tartışmasızdır.
Sınır
ötesi savaşların haklılığı ya da haksızlığı ise
tartışılabilir, tartışılacaktır. Böyle bir tartışmaya,
konuyla ilgili görüş bildirmeye, üstelik savaşı(bu demektir ki
öldürmeyi ve öldürülmeyi) yücelterek engel olmaya çalışmak,
düşünme ve dile getirme özgürlüğü düşmanlığı ve faşizmin
ta kendisidir. Bizden bir örnek verilecek olursa Türk Tabipler
Birliği yöneticilerinin eleştiri bile sayılamayacak geleneksel ve
bilinen bir söz nedeniyle göz altına alınmaları,işlerinden
uzaklaştırılmaları , suçtur, ayıptır, aydın düşmanlığıdır,
adaletsizliktir, ülkemiz adına yüz kızartıcı, yüz karası,
derhal son verilmesi gereken utanç verici bir uygulamadır.
Ve
son bir not: Kimileri sosyal medyada, sınır ötesinden atılan
roketlerle ölen ve yaralananlar,özellikle de 17 yaşındaki bir
çocukcağız hakkında ne düşündüğümü soruyor. O benim
çocuğum, kızımdır. Fakat bu saçma soruyu soranlar, yanlış
Suriye politikası öncesinde iki dost ülke arasındaki sınırın
şimdi bir ölüm sınırına dönüşmüş olmasının sorumluları
hakkında acaba ne düşünüyor?
Ataol
Behramoğlu/Cumartesi/030218
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.