Başlığın
biraz tuhaf kaçtığını biliyorum.
Sanki
Paris cezaevlerinden mektup almışım gibi.
Ya
da sanki Paris’te bir cezaevinden mektup yazıyorum…
Gerçi
Paris’teyim şu anda, fakat cezaevinden değilim çok şükür…
Bu
satırları 25 Ocak Perşembe akşamı, birkaç saat önce
İstanbul’dan geldiğim Paris’in Montparnasse Sokağında, ressam
Renoir’ın adını taşıyan bir küçük otelde yazıyorum…
Seksenli
yıllarda, üzerinde “Türkiye dışında bütün ülkelerde
geçerli” yazılı bir pasaportla, ülkesinde iki davadan toplam on
beş yıla yakın hapis cezasına çarptırılmış bir siyasal
sığınmacı olarak yıllarca yaşadığım bu şehirde bu gün
üstelik yeşil TC pasaportuyla bulunuşumun nedeni bambaşka…
Yarın
bana (ve sanırım başka ülkelerden birkaç yazara daha) bir
törenle, Paris’te 1980’de kurulan “Avrupa Bilim, Sanat ve
Edebiyat Akademisi”(Académie
européenne des sciences, des arts et des lettres/ AESAL)
üyeliği verilecek…
UNESCO’yla bağıntılı bu
uluslar arası kültür kuruluşu hakkında internette geniş bilgi
var. Özetlemek gerekirse amaç, Avrupa ülkelerinin çeşitli
şehirlerinde düzenlenecek toplantılar, forumlar ve başkaca
kültürel etkinlikler yoluyla en geniş anlamda bir Avrupa Kültür
ağı oluşturmak… Üyelerinin entelektüel ve ahlâki nitelikleri
sayesinde de barışa katkıda bulunmak…
Bütün bunlarla cezaevi
mektuplarının ilişkisi ise, buraya gelirken bu haftaki yazım için
yanıma aldığım iki mektup…
***
Doğrusunu söylemek gerekirse
şu birkaç saat içinde bile Paris izlenimlerinin ağır basmasıyla
bir an mektuplardan söz etmeyi bir hafta ertelemeyi düşünmüştüm…
Fakat Paris yerli yerinde
duruyor.
Bizim asıl gerçeğimiz ise
bu mektuplarda dile getirilen kendi acılı ülkemizdir.
***
İlk mektup, F Tipi cezaevleri
uygulamasına karşı 2000’de ölüm orucuna başlayan
müvekkillerini desteklemek için 5 Nisan 2006’dan 22Ocak
2007’ye kadar ölüm orucundayken ziyaretine gittiğimde
tanıştığımız avukat arkadaşım Behiç Aşçıdan.
Behiç bu gün de Nuriye ve
Semih’in avukatı. 12 Eylül 2017’de göz altına alınarak
tutuklanıp dokuz ayrı hapishaneye dağıtılan 17 avukattan biri.
Tutuklanmalarının tarihi 12 Eylül,
fakat bir gizli tanığın buna gerekçe olan ifadesi 13 Eylül
tarihi taşıyor. Behiç Aşçı’nın sözleriyle” komplo
kurmuşlar, ama bu kadar acemice.”
Behiç Aşçı mektubunda, bir
başa itirafçıdan da söz ederek bunların itirafçı değil
iftiracı olduklarını söylüyor. Bir hukuk adamının hapishaneden
gönderdiği bu mektup, yaşamakta olduğumuz şu yıllarda, kimi
güvenlik ve yargı güçlerinin nasıl suç örgütüne
dönüştüklerini gözler önüne seriyor…
Avukat arkadaşımın uzun
mektubunun bir başka ağırlık noktası, büyük acılara ve
karışıklığa yol açacağı çok açık tek tip cezaevi giysileri
konusu… Behiç Aşçı kısaca TTE diye adlandırıyor bu zulüm
tuzağını ve canları pahasına da olsa bu kefenleri
giymeyeceklerini adeta haykırıyor. Bu hükümet, hukuk, vicdan,
insaf dışı bu uygulamadan vazgeçmelidir. Sağduyu bunu emrediyor.
Israr ederlerse olabileceklerin ağırlığı altından
kalkamayacaklarından kuşku duymuyorum.
***
İkinci mektup bir başka
cezaevinden, tutuklandığı 13 Ekimden bu yana savcının karşısına
bile çıkarılmadan tek başına hücre hapsinde tutulan Gülten
Matur’dan.
Daha önce de tutuklanan ve
serbest bırakılışından 2-5 ay sonra çay bahçesinde otururken
yeniden göz altına alınıp cezaevine konan Gülten Matur’un ilk
tutuklanma nedeni ise tam anlamıyla akıl ve mantık dışı.
“Biliyor musunuz” diye yazıyor” 2015’te Antalya’da
yapılacak G-20 zirvesinde eylem yapabilme ihtimalinden kaynaklı
Ağustos 2016’da göz altına alınmıştım”…
Ne
dersiniz?..
***
Yarınki törendeki konuşmamda
kısaca şöyle demeyi tasarlıyorum: Kararınızdan onur duydum.
Fakat ülkemde adaletsizlikler sona ermeden ve dünyaya barış
gelmeden mutlu olmamı beklemeyin.
Ataol
Behramoğlu/Cumhuriyet/270118