Dünyanın
en güzel şehirlerinden biri olduğunda kuşku yok.
Belki
de en güzelidir.
Nereden
geliyor bu güzellik?
Coğrafyadan
öncelikle.
İçinden
deniz geçen bir başka şehir olduğunu görüp işitmedim.
Bir
tek Sydney’de, Okyanusla şehrin buluşmasında İstanbul’dakine
benzer bir şey duyumsamıştım.
Benzersiz
çekiciliğinin bir başka büyük nedeni sahip olduğu kültür
sentezi olmalı.
Hıristiyan
ve İslam kültürü ve sanatı bu şehirde hiçbir yerde olmadığı
kadar yüzyıllarca birlikte yaşamayı sürdürdü…
Kuşkusuz
Ermeni, Musevi dinsel inançları ve yaşama kültürleriyle bir
arada…
Günümüzde
de bu birlikteliğin izleri hâlâ görülebiliyor…
Fakat
artık sadece iz olarak…
İstanbul
Boğazı(Bosfor) çok şükür yerli yerinde…
Fakat
onu çevreleyen tepelerin ve kıyıların da, değil geleneksel
İstanbul’la, 1900’lerin ikinci yarısına kadar yaşamını
sürdüren İstanbul’un görünümü ve kültürüyle de hemen
hemen ilgisi kalmadı…
İster
modernleşme, ister yozlaşma denilsin…
Bu
gün yaşadığımız İstanbul, bu şehirden birkaç günlüğüne
gelip geçen yerli ve yabancı konukları büyülemeyi sürdürse
de, hangi sınıftan ve gelir tabakasından olursa olsun yerleşik
sakinlerini mutlu etmeyen, onların her birine olanakları ve hayal
güçleri ölçüsünde onu terk etme planları yaptıran bir
şehirdir.
Melisa
Gürpınar’ın “Tiyatro Ayna” topluluğundan izlediğimiz
“İstanbul’un Gözleri Mahmur” adlı oyunu bu acıtıcı
gerçeği tam da başladığı süreçlerden yakalayıp anlatıyor…
***
Sevgili
Melisa’nın oyununda sıklıkla tekrarlanan bir cümle, oyunda
işlenen konunun özlü bir özeti gibidir:
“İstanbul’da
önce yollar açıldı, sonra Anadolu’ya açıldı bu yollar…”
1950’lerden
söz ediliyor böylece.
Denebilir
ki gelişmenin, modernleşmenin, kaçınılmaz olduğu kadar gerekli
de bir evresiydi bu.
Böyle
bir açıklama kabul edilebilir de olsa, sözü edilen modernleşme
süreci denetlenemez miydi sorusuna engel oluşturamaz.
Nasıl
mı engellenirdi?
Anadolu’da
tarımı modernleştirerek, fabrikalar açarak, iş olanakları
sağlanarak.
Ulusal
ekonomiyi var olan zenginliklerin yağmalanması üzerine değil yeni
zenginlikler yaratma üzerine kurarak.
Böylece
de İstanbul’a Anadolu’dan göç kapılarını sınırlamış
olarak…
Yapılanlar
ise yapılması gerekenin tam tersi oldu…
***
Bu
gün gelinen nokta en vahim olanıdır.
“İstanbul
İstanbul olalı…” böylesine hoyratça bozulup yağmalanmadı...
Açılan
ve açılması planlanan yollar, köprüler, kanallar vb. yaşamı
bir ölçüde kolaylaştırıyor gibi görünse de doğayı daha da
tahrip ederek , İstanbul ve İstanbullu kimliğini yok ederek bu
sevgili şehre bütün tarihinde görülmedik ölçüde kötülük
yapıyor…
Boğaz
artık İstanbul’a ait değilmiş gibi, yabancıymışız gibi ,
sevinçsiz, amaçsız akıp gidiyor…
“Ah
İstanbul…” kayıp gidiyor ellerimizden…
Dilek
Türker ve arkadaşları; Melisa Gürpınar’ın duygulu, bilinçli
aracılığı ve Hakan Altıner’in deneyimli,etkileyici yorumuyla
bu gerçeğe “ayna” tutuyor…
Fakat
yine de umutsuz olmadan…
Dirençle,
meydan okuyarak…
Oyunun
sonunda sevgili Dilek’in, sadece en uzak aile kökenlerinden
İstanbullu olarak değil kendisi İstanbul olarak izleyiciye
seslenirken, bir direniş anıtı gibi dile getirdiği final
cümlelerindeki gibi:
“ Ben
hep buradayım.
Herkes
gitse de mi?
Evet.
Nefes
almak bile zorlaşsa da mı ?
Evet.
Peki
ama neden ?
Çünkü
ben İstanbul’um….”
Ataol
Behramoğlu/Cumartesi/091217
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.