1-5
Haziran tarihlerindeki İtalya yolculuğu,yorucu, eğlendirici,
bilgilendirici geçti.
Gazeteye
geçen hafta İtalya’dan gönderdiğim yazıda söylediğim gibi,
hiçbir mutluluğu, sevinci, gölgesiz yaşamaya hakkımız yok.
Bu
kez her zamankinden daha da çok öyle oldu.
Avrupa
ülkelerinden, Asya’dan, Amerika’dan bu şiir festivaline katılan
şairler arasında ülkemizin şiirini temsil ediyor olmak kuşkusuz
güzeldi.
Fakat
ülkemizde yaşanmakta olanları merak edenlerin meraklarını
gidermek de da bir o kadar güçtü.
Türkiye
için kaygı duyuluyordu.
Önceki
yurt dışı yolculuklarımda karşılaştığım iyimser,olumlu
görüşlerin ve beklentilerin yerini, kaygı dolu soru işaretleri
almıştı.
Sanki
1980 sonrasında, yurt dışı sürgünümde yaşadıklarımı bir
kez daha yaşamaktaydım…
Film
geriye sarılmış, tekrarlanıyordu…
Bunun
ne kadar üzücü, sıkıntı verici bir duygu olduğunu anlatmak
kolay değil…
Yurdumda
yurtsuz kalmış gibiydim…
***
Güney
İtalya coğrafyasındaki Lazio bölgesinde; tek bir gökdelene,
zevksiz yapılaşmalara, tamamlanmadan bırakılmış inşaat
iskeletlerine rastlamadığım bu yemyeşil coğrafyadaki
buluşmalardan, şölenlerden, ayrıntılarıyla söz etmeyi farklı
türde bir başka yazıya bırakıyorum.
Bu
köşe yazısında özetle söyleyebileceğim şey, İtalya’nın
(özellikle de) kadınıyla, erkeğiyle, güler yüzlü, konuşkan,
mutlu insanlar ülkesi olduğudur…
Festival
sonrasında bir gün kalarak gezdiğim Roma ise, her zamanki
gibi,sorunsuz, kavgasız gürültüsüz, turist kaynayan, ama
insanların birbirinin üzerine ve birbirinin üzerinde yürümediği,
yaşanılası, çağdaş, özgür bir şehirdi…
***
Adı(şimdilik)
Atatürk olan havaalanımızdan giriş yaparken, pasaport
kontrolünde, tıpkı ülkeden çıkıştaki gibi, yıllar sonrasında
ilk kez yine bir tedirginlik yaşadığımı hissettim.
Ne de
olsa sırtımızda bir namluyla yaşıyor gibiyiz.
Adı
konulmamış bir darbe ortamındayız.
Canımızın,
olduğu kadarıyla malımızın, hiçbir şeyimizin güvencesi
kalmadı.
12
Eylül sonrasında 10 ay cezaevlerinde kaldım.
Şimdi
, şu anda Silivri’de, 223 gündür, yani yedi buçuk aydır
sorgusuz sualsiz tutulmakta olan arkadaşlarımızın yerinde mi,
yoksa o zamanki tutsaklık koşullarında mı olmak isterdin diye
sorsalar, kuşkusuz ve duraksamaksızın o zamanı tercih edeceğimi
söylerdim. Çünkü üç ay sonra da olsa iddianame dedikleri şey
hazırlanmış, yargıç önüne çıkarılmıştık.
Bu
gün bütün cezaevleri esir kamplarından farksızdır. Ülkemize,
adı konulmamış bir kapalı rejimin en ağırı yaşatılmakta.
Faşizmden daha korkunç olan, onun iki yüzlüsüdür.Cinayet
korkunç, zulüm insanlık dışıdır. Fakat daha da kötüsü suçun
üstünün örtülmesi, zalimin mazlum mazlumun zalim gösterilmesi
ve sonsuz beyin yıkama olanaklarıyla bunda başarı da
kazanılmasıdır. İki yüzlü faşizm derken söylemek istediğim
budur…
***
İtalya’daki
festivalin son gününde, şiir ve heykel kenti Cervara di Roma’da
“Sanatçılar Cumhuriyeti”nin açılışı yapıldı…Bana da
üzerinde “REPUBLICA delgi ARTISTI/TURCHIA” yazılı bir plaket
verildi… Onu, dört yanına açılmış çivi deliklerinden çalışma
odamın duvarında bir yere çivileyeceğim… Bu sırda yaptığım
konuşmada, söze Bursa cezaevinde Nâzım Hikmet’le duruşmanın
savcısı arasında geçen bir konuşmayla başladım. Nâzım
Hikmet’in soruları üzerine , Ömer Hayyam’ı tanıdığını, o
dönemin sultanlarının adını ise bilmediğini söyleyen kibirli
savcıya Nâzım, şimdi de aynı şeyin olacağını, dönemin bütün
egemenlerinin adı unutulurken kendi adının unutulmayacağını
söylüyor.
Sonrasında
ise sözlerimi şöyle bağladım:
“ Bu
gün bizlere bu sanatçılar cumhuriyeti belki çocukça bir oyun,
bir fantezi gibi görünebilir.
Fakat
bütün cumhuriyetlerden daha çok yaşayacak olan, bu küçücük
salonda kuruluşunu gerçekleştirdiğimiz Sanatçılar
Cumhuriyeti’dir…”
Bunlar
da “kırık senfoni”min final notaları olsun…
Ataol Behramoğlu/Cumartesi/100617
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.