16 Ocak 2016 Cumartesi

KARANFİL


Şiirlerimizde, şarkı ve türkülerimizde “gül” çiçekler içinde en çok yeri tutan olsa da “karanfil”in de küçümsenemeyecek yeri vardır.
Karanfilli türkülerimizin sayısı oldukça fazladır.
Kimilerini şu anda aklınızdan zaten geçirdiğinizi bildiğim için bunları sıralamaya gerek yok…
Fakat özellikle çağdaş şiirimizde gül’le yarışıp belki onu da geride bırakan karanfil’den söz açan dizeleri aklıma geldiğince anımsatmak isterim…
***
Yerçekimli Karanfil” Edip Cansever hayranlarının ezbere bildiği bir şiirdir.
Ateşli hayranlarından olmasam da onun bu güzel şiirini ben de ezberden okuyabilirim doğrusu…
Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi…”
Olağanüstü güzellikte bir dize…
Neden karanfil de başka bir çiçek değil, bunun sırırını şaire sormalı…
Fakat onun da bunu bileceğinden kuşkuluyum…
Şiir denilen muammanın gizlerinden biri deyip geçelim…

***
Yarin dudağından getirilmiş
Bir katre alevdir bu karanfil…”
Bunlar da Ahmet Haşim’in en ünlü şiirlerinden “Karanfil”in ilk iki dizesi…
Burada karanfili ne de olsa anlayabiliriz…Sevgilinin dudaklarının rengiyle bir benzerlik kurulmuş.
Fakat Melih Cevdet’in “Anı”sında yanık yanık kokan karanfil için ne diyeceğiz?
Yanık yanık kokma nasıl bir şey olmalı?
Mecazi bir anlam mı, yoksa yanan bir şeyin kokusuyla kurulan bir benzerlik mi?
Şiir, yaşamlarına elektrikli sandalyede son verilen Rosenberg’lerin anısına ithaf edildiğine göre, ikincisi olmalı…
Burada yazıya ara verip, internette karanfil konusunda bir gezinti yapmak istiyorum…
Evet… “Karanfil çiçeklerine karanfil baharatıyla benzer kokuya sahip oldukları için bu ad verilmiştir” deniyor…
Böylece “yanık yanık kokma”nın çok çağrışımlı anlamı da açıklanmış oluyor…
***
Ahmed Arif’in de cıgarası karanfil kokar…
Bir başka şiirinde “kız saçı demiş kirveler” diye nitelediği kaçak tütünden sarılmış bir sigaradır bu belli ki…
60’larda Ankara’da tanıştığımızda, yıllarca ve günde kimi kez birkaç paket içtiğini söylediği sigarayı çoktan bırakmıştı…
Fakat kız saçına benzettiği karanfil kokulu tütünü şiirimizde en güzel dile getiren de odur…
***
Şiirimizdeki karanfillerden, belleğimi pek fazla zorlamaksızın aklıma ilk gelenler bunlar…
Bir iki şiirimde benim de sözünü etmişliğim var…
Bunlardan birinin bir bölümünü, kendime biraz da ayrımcılık yaparak buraya alayım..

Yine de koşarken
Bir karanfil almayı unutmam sana
Akşamüstü otobüste
Akrobatik hareketlerle
Kurtarırım ezilmekten
Cebimdeki son bozuklukları
Yatırdığım karanfili…
(“Mozart, Mayakovski, Peynir, Ekmek, Karanfil, vs…”)

***
Ülkede kan gövdeyi götürürken kimilerinizin nereden çıktı bu karanfil diye düşündüğünü tahmin etmek güç değil…
Tam da oradan çıktı…
Gazete sayfalarını çevirirken başbakan titri taşıyan kişinin elinde karanfillerle katliam kurbanları için Sultan Ahmet Meydanında “sap gibi dikildiğini” gösteren fotoğrafı görmem, bardağı taşıran damla oldu…
Dilimin ucuna gelen sözleri sansürsüz sıraladım…
Bu “sap gibi dikilmek” sözünün mucidi de Ankara katliamdan sonra, biraz da konuk bir yabancı devlet başkanına eşlik etme zorunluluğuyla, katliam alanında yine karanfillerle, yine sap gibi dikilmişti…
Şiirlerin türkülerin baş tacı çiçeklerden karanfil, hiç bir zaman bu kadar aşağılanmamış,bu kadar kirletilmemiş; yalana, iki yüzlülüğe bu kadar alet edilmemişti…
Erzurumlu Emrah’ın “Bugün Ben Bir Güzel Gördüm” diye başlayan harika şiirinde(türküsünde), “Gül kızardı hicabından(utancından)” diye eşsiz güzellikte bir dize vardır…
Bu gibilerin elinde de güzelim karanfil utancından kızarıyor olmalı…



Ataol Behramoğlu/160116/Cumartesi

9 Ocak 2016 Cumartesi

BAŞKANLIK

7 Ocak Perşembe günü Ortaköy Afife Jale Sahnesi Konferans salonunda “Basın ve İfade Özgürlüğü” başlıklı bir panel vardı.
Milli Merkezin düzenlediği, Prof.Kemal Alemdaroğlu’nun yönettiği panelin
konuşmacıları Basın Konseyi BaşkanıSayın Pınar Türenç, Anayasa Hukuku Profesörü Süheyl Batum, Ceza Hukuku Doçenti ve İstanbul Barosu başkanı avukat Ümit Kocasakal’dı.
Salonda görebildiğim kadarıyla bir tek Ulusal Kanal televizyonun bulunuşu medyamızın kendi özgürlüğüne ilişkin ilgisizliğinin ilginç kanıtıydı.
Doğal olarak basın özgürlüğü ağırlıklı konuşmasında sayın Sayın Türenç ülkemizde basının yüzde sekseninin “yandaş”, yüzde yirmisinin muhalif ya da hiç değilse yandaş sınıflandırmasına girmeyen basın olduğunu belirtti.
Bu olgu zaten basının kendi özgürlüğü konusundaki ilgisizliğinin yeterli kanıtıdır.
Fakat yine de hiç değilse bu yüzde yirmiye giren muhalif basının böyle bir panele daha çok ilgi göstermesi beklenirdi.
Örneğin, gözden kaçırmadıysam eğer Cumhuriyet’te ve internet sitesinde tek satır göremedim.
Sözcü’nün sitesinde panele ilişkin fotoğrafın altında “haberi gazeteden okuyun” deniyordu ama, haber başlıklarını bir kaç kez dikkatle gözden geçirdiysem de rastlayamadım.
Birgün’de de yoktu.
Oysa panel katılımcılarından biri ülkemizin başta gelen bir basın kuruluşunun başkanı, öteki ikisi demokrasi ve düşünce özgürlüğünün önde gelen savaşımcıları, çok önemli hukukçulardı.
Nitekim Süheyl Batum ve Ümit Kocasakal, basın özgürlüğü konusunun da ötesinde ülkemizde özgürlük sorununun vahim durumunu , buna bağlı olarak da yeni anayasa ve başkanlık dayatmasının hukuk ve demokrasi karşıtlığını açık seçik, dile getirdiler.
Benim bu yazıda söz etmek istediğim konu da bu.

***
Ülkedeki durumu ve Milli Merkez’in konumunu özlü ve kısa bir açılış konuşmasıyla dile getiren Sayın Cindoruk’tan sonra Milli Merkez Genel Sekreteri Haluk Dural’ın okuduğu Milli Merkez mesajı, yeni anayasa yapılacak aldatmacası arkasında parlamenter rejim ve demokrasi düşmanlığının, başkanlık dayatması ardında diktatörlüğü yasallaştırma tuzağının iç yüzünü ortaya koyan, hukuksal ve tarihi önemde bir belgedir.
Bir demokrasi ve yurtseverlik bildirgesi diye de adlandırılabilecek bu tarihi belgeyi okuyup üzerinde başta CHP bütün muhalefetin,herkesin, pek çok düşünmesi gerektiğini belirterek, girişindeki birkaç paragrafı paylaşmak istedim:
Anayasaların soyağaçları vardır. Türkiye’nin anayasa kurgusu 1918’de Kars’ta başlayan ve sayıları otuzu aşan ulusal ve yiğit kongreler eli ile başlamıştır. 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin şanlı açılışı ile sürmüştür.
Türkiye Cumhuriyetini, Türk halkı adım adım kurmuş, 1921 anayasası ile devlet niteliğine eriştirmiştir.
Sevr Anlaşmasına göre, tarihî gerçekçilik ölçeğinde, bir Türk Cumhuriyeti kurulamazdı. Türkiye Cumhuriyetinin kurucu ve kurulu iktidarı, münhasıran Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Sevr’i aşmış, silip geçmiştir.
TBMM, bir devlet kuran halk hareketinin tek ve yegâne kaynağıdır.
Türkiye’nin kurucu iktidarı, parlamenter sistemi kurmakla kalmamış, 1924 anayasası ile de güçlendirmiş, kalıcı kılmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti; Bir halk devleti, halkın devleti, parlamento devletidir.
Rejimin kurucu unsuru, parlamentodur. Millî Misak, Kuvayı Milliye, millî mücadele olguları ise bu rejimin yapı taşlarıdır. Parlamenter rejimi, savaşı kazanan ordu ve Başkomutan da tarihî ve hukuksal belgelerle içselleştirmiştir. Doksanbeş yılda, Millî Meclisimiz ara rejimlere muhatap olmuş, darbe liderleri geçici yönetimler kurmuş, ne var ki TBMM her ara rejimden dimdik yeniden ayağa kalkmıştır.
Bu süreçte bile parlamenter rejim inkâr edilmemiş, despotlar Başkanlık hevesine kapılmamış, yeni anayasalar tek kurucu iktidarın tesis ettiği parlamenter sisteme bağlı kalmışlardır.
Bugün, “yeni bir anayasa” başlığı altında istenen, gelişme değil, rejim değişikliğidir.”


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/090116

2 Ocak 2016 Cumartesi

İNCECİKTEN…


Sabahleyin kar içinde bir İstanbul’a uyandım…
Ekmek, gazete almak için çıktım…
Kar ve güneş… Çocukluğumun kimi kış sabahlarındaki gibi…
İnsana şiirler esinletecek türden….
Aklımdan karlı dizeler geçiyor…
Dranas, Cenap Şahabettin, kardeşim Metin Altıok,başka şiirler, şairler,kendiminkiler…
Fakat bir tanesi var ki hepsinin üzerinde yükseliyor…
Karlı bir gecede, kadife bir gökyüzünde, bir yıldız ışıltısıyla…
Ölümsüz, eşiz bir dil güzelliğiyle…
Türkçenin tadına doyulmaz lezzetiyle…
Tekrarlıyorum durmaksızın…
İncecikten bir kar yağar…”
İncecikten…”
Karacaoğlan, diyorum, ey mucize adam, sen bu sözcüğü nereden buldun…
İnce, incecik, incecikten…
Onun yerine, yine içimden, kendim yanıtlıyorum…
Ben bulmadım ki, o zaten var… Bütün diller gibi, hiç birinden aşağı kalmayan; özlülüğüyle, sadeliğiyle,
en az sözcükle en çok şey söyleme yeteneğiyle, Türkçe o, Türkçemiz…
Toroslar’ın ,Çukurova’nın, Anadolu’nun büyük ozanının; kimliğime, dokularıma işlemiş şiirinin öteki dizeleri ardı ardına sökün ediyor…
Fakat daha ikinci dizede bir kez daha duraklıyor, üst üste tekrar ediyorum…
Tozar Elif Elif diye…”
Tozdan,tozumaktan, tozmak…
Halkımızın, köylümüzün, insanımızın yarattığı sayısız anlam yüklü sözcükten, şiir yüklü fiillerden biri daha…
Sığlaşıp sıradanlaşan günlük konuşma dilimizde kullanılmasa da ; söz gelimi TV’lerde birinin ağzından kazara çıkması, köylülük, ayıp bile sayılacak olsa da, Karacaoğlan’ın şiirinde sonsuzca yaşayacak olan bir dünya güzeli fiil…
Ve dönüş yolunda, defalarca geçiriyorum zihnimden şiirin bütününü…
Deli gönül Abdal olmuş/Gezer Elif Elif diye…”…
Ve sonra yavru balaban bakışlı, yayla çiçeği kokuşlu Elif’in ak ellerinin kalem tutup Elif Elif diye yazması, gamzesinin şairin sinesine batması,iliklenmiş düğmelerini yine Elif tekrarıyla çözmesi…Eğmelerin,değmelerin,düğmelerin uyakları…
Bütün bunlardaki şiir işçiliği, şiir sanatının binlerce öğesi,Türkçenin anlatım güzellikleri ve olanakları için tonlarca kitap yazılabilir…
***
Yazıya başlarken düşüncem Karacaoğlan şiiri üzerin bunca söz söylemek … Kendiliğinden öyle oldu… Çarşamba günkü Silivri nöbetimizden söz edecektim… Fakat hedeflediğim konudan çok da uzağa düşmüş değilim…
Çünkü ülkemizde bu gün hapiste olan sadece gazeteciler, yazarlar, düşünce ve yaratma özgürlüğü değil; Türkçenin, Türkçemizin kendisidir…
Yapılan, yapılmak istenen,halkımızın yarattığı ve yaratacağı değerlerin, yaşama sevincinin; düşünme ve duygu ufkundaki genişlik, zenginlik, çeşitlilik, özgünlük ve özgürlüğün yok edilmesidir…
Karacaoğlan’ın şiirindeki elifin, mahalle mektebi sopasına dönüştürülmesidir…
Buna izin vermeyeceğiz…
Karacaoğlan’ının elifini, incecikten yağan karını; kabalığın, yalanın tipisine, fırtınasına, tehdidine karşı savunacak ve kazanacağız…
Çünkü, Silivri’deki nöbet sırasında içerdeki arkadaşlar için yazdığım iki dizedeki gibi:
İnsana yaraşan özgürlüktür diyenler bizleriz
Dışarda hapiste olmaktansa içerde özgür olmayı yeğleriz…”

Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/020116