28 Kasım 2015 Cumartesi

FAŞİST


Faşistin öncelikli özellikleri despot, acımasız, kinci olmasıdır.
Bu gibi özellikler genellikle sonradan oluşmaz.
Erken yaşlarda yaşanmış travmalarla ilgilidir.
Sonraki yıllarda bu özellikler büsbütün yok olmasa da törpülenebilir.
Ya da terine, kişiliğin değişmez özellikleri olarak daha da güçlenip kronikleşir.
Kişisel yaşamda, aile ortamında, faşist kişiliğin zararı kendi yakınlarına, yakın çevresinedir.
Toplumsal yaşamda bu zararlar, etkili olduğu alanın genişliğiyle orantılı olarak, az ya da çok ve kimi kez ölçülemez ölçüde yıkıcı olabilir.
Uzak ve yakın tarihten tanıdığımız, yaşamakta olduğumuz süreçlerde de kişiliklerine ve etkinliklerine tanık olduğumuz faşist kimlikli diktatörlerin, ya da taslaklarının sundukları örnekler yeterince göz önündedir.
***
Faşizmin bir ideoloji olup olmadığı tartışılabilir.
İnsana, insanlığa düşman; nefretle bilenmiş, yıkıcı, yok edici, acımasız bir yaşam algısına ideoloji denebilir mi?
Nasıl bir görüşe bürünürse bürünsün(dinci, ırk ayrımcı, şoven milliyetçi vb..) faşizm bir dünya görüşü değil, bir hastalık, ruhsal sakatlık, kimlik bozukluğudur.
Faşist, bir ideolojiyi, bir dünya görüşünü savunur görünebilir.
Fakat onu yöneten asıl itkiler şu ya da bu görüş değil, kişiliğindeki yukarıda bazılarını sıraladığım dürtülerdir.
Faşist kişilik, sakatlanmış, hasta bir kişiliktir.
***
Bu kişiliğin başkaca özelliklerini sıralayacak olursak, yine uzak ve yakın tarihin ve yaşamakta olduğumuz süreçlerin verdiği örneklerden yararlanarak,
bunların, korkaklık, sinsilik, yalancılık gibi başkaca aşağılık, irkiltici kimlik özellikleri oldukları söylenebilir..
Soyut bir kimlik çözümlemesi yapmak amacında değilim.
Faşizmin sınıfsal çıkarlarla ilişkisini de biliyorum kuşkusuz.
İstediğim, somut örneklerden yola çıkarak faşist kişiliğin özelliklerini sergilemek…
Acımasızlık ve korkaklık tek bir şeyin iki yüzü gibidir.
En acımasız faşist diktatörlerin iktidarlarını yitirdiklerinde nasıl korkaklaşıp sürüngenleştikleri bilinen bir şeydir.
İktidarda oldukları sürece acımasızlık dozunun giderek şiddetlenmesinin nedeni de aslında bu korkudur.
Kötü kişi kötü olduğunu içten içe bilir, duyumsar,
Fakat bir kez lanetlendiği, suça battığı için, istese de kötülük bataklığından çıkamaz, bu pisliğe, bataklığa daha çok gömülür…
***
Burada kilit kavram sanıyorum hümanizmdir.
İnsan sevgisi, insana saygı, insanın değerliliği demek olan hümanizm.
İnsana ve insanlığa düşman hiçbir faşist yönetimin varlığı çok uzun sürmez, süremez.
Faşistin sonu ise, şaşaası ne kadar parıltılı, yıkılmazlık görüntüsü ne kadar ürkütücü, acımasızlığı ne kadar sınır tanımaz oldu ise, yıkılışı da o kadar çabuklaşacak, geride kirli ve karanlık bir iz bırakarak yok olup gitmesi de o kadar kaçınılmazlaşacaktır…


Ataol Behramoğlu/28 Kasım 2015/Cumartesi Yazıları


Bu satırlar gazeteci arkadaşlarımızın tutuklanışını protesto etmek için İstanbul büromuzun çevresinde toplanan büyük bir kalabalığın bir ağızdan haykırdıkları “faşizme karşı omuz omuza” sloganları eşliğinde yazıldı…  

21 Kasım 2015 Cumartesi

İŞİD VE FELSEFE


Ülkemizdeki katliamların ardından Rus yolcu uçağına karşı gerçekleştiren canavarlık ve hemen arkasından felsefenin anayurtlarından Fransa'da yaşanan vahşet, tam da dünya felsefe gününün kutlandığı bir döneme rastladı.
İnsan böylece ister istemez felsefenin ne olduğu ve katliamların uygulayıcısı İŞİD canilerinin felsefeyle nasıl bir ilişkileri olabileceği konusunda düşünmekten kendini alamıyor...
Felsefe sözcüğü Yunanca düşünmek ve sevmek sözcüklerinin birleşmesinden oluşmuş.
Yani, düşünce sevgisi, düşünmeyi sevmek.
Beyin yetileri dumura uğramamış birinin düşünmemesi olası değil.
Sevse de sevmese de bir şeyler düşünecektir...
Fakat sorun burada biraz karmaşıklaşıyor...
Düşünmek, fakat neyi, nasıl?
Bilgi sahibi olmadığınız bir alanda istediğiniz kadar düşünün, düşündüğünüzü sanın. Sonuç havanda su dövmek olacaktır...
Demek ki felsefe sözcüğünün dilbilgisel bakımdan anlamının ötesine geçmek, bu düşünme olgusunun bilgiyle ilişkisini irdelemek zorundayız...
Daha açık bir deyişle, düşünmek için bilmek gerekiyor...
Fakat bunu saptamakla da iş bitmiyor...
Bilmek... Bilgi sahibi olmak...
Fakat neyin bilgisi, nasıl bir bilgi?
Bu noktada da karşımızda bütün görkemiyle insana ve evrene ilişkin tüm bilgi alanları yükseliyor...
Buradan çıkarılacak sonuç ise ne kadar çok bilgi sahibi isek, o kadar çok ve derinliğine düşünme yetisine sahip olunacağıdır....
Fakat tam bu noktada da kendini duyumsatan başka soruları yanıtlamak gerekiyor...


***
Bunlardan ilki, her şeyi bilemeyeceğimize göre, neleri öncelikle öğrenmeli, doğru düşünmek için hangi temel bilgilere öncelikle sahip olmalıyız sorusudur.
Bilgiye karşı inancı, bilmeye karşı inanmayı üstün tutanların en sevmedikleri soru budur.
Bunlar hangi türde inançlar olurlarsa olsunlar, düşünmeyi, bu demektir ki felsefeyi reddetme bakımından aralarında fark yoktur.
Bilimsel düşüncenin kendisi de bilinenle yetinmeyi değil, onun ötesine geçmeyi öngörür...
Bu sonsuz bir düşünme sürecidir...
Bilimle sınanıp kanıtlanamamış düşünceler ise varsayımlar ve inançlardır.
Varsayım bilimsel araştırmanın bir evresi; inanç ise bilimle, bilgiyle ilgisi bulunmayan, öznel, kişisel bir kabulleniştir.
Dünya görüşlerinin temellerini bilimsel bilginin değil inanışların oluşturduğu kişiler, bazı bakımlardan en alt basamaklardaki canlılardan da daha geridedirler…


***


Bu kadarla kalsa, bu kendi sorunlarıdır denilip geçilebilir...
Fakat düşünmeyenin düşünene karşı uyguladığı vahşet, kıyım, canavarlık, bütün insanlık tarihinde zaman zaman yaşanan ,şimdi de örneklerini görmekte olduğumuz en büyük yıkımdır..
Çünkü bu insanlığın bütün birikimlerinin yıkımı, insanın bütünüyle yok oluşu demektir.
“Düşünüyorum, öyleyse varım” sözü tersine çevrilerek, şöyle de söylenebilirdi:
Düşünmüyorsun, öyleyse yoksun..
Ve biraz daha ileri giderek şöyle demek gerekir: Düşünmüyorsun ve düşünmemekle kalmayıp düşüneni yok etmek istiyorsun. Öyleyse, yok edilerek de olsa durdurulman gerekiyor. Çünkü senin kazanman aklın yenilgisi, bu demektir ki insanın, insanlığın yok olması demektir...


***
Bilimsel düşünce, teknolojinin, uzmanlık alanlarının, günlük yaşamsal gereksinimlerin zorunlu kıldığı bilgileri edinmenin ötesinde, varoluşumuzun ve insanlığın geleceğinin akılda, insanın kendisinde, onun yaratıcı yeteneklerinde olduğunu kavramış bilimsel dünya görüşüdür…
Böyleyken, ülkemizde ve belli ölçülerde her yerde, teknoloji olağanüstü denebilecek bir hızla ilerlemekteyken, akılların bilimsel bilgi yerine doğaötesi inanışlarla saptırıldığını görüyoruz…
Böylece, dünyada felsefenin kutlandığı şu günlerde , felsefenin sorunlarıyla değil akıl dışı sapkınlıkların yol açtığı sorunlarla uğraşıyoruz.
Marks, filozofların dünyayı sadece yorumladıklarını, oysa asıl sorunun onu değiştirmek olduğunu söylemişti…
Bu gün tam olarak böyle bir noktadayız.
Felsefenin ve yanı sıra insan aklının ürünü her şeyin,İŞİD canavarlığına ve onu yaratan her türlü akıl dışılığa karşı sadece yorumlamakla kalmaması, bütün alanlarda ve bütün olanaklarıyla savaşması gerekiyor…



Ataol Behramoğlu/Cumartesi/211115

14 Kasım 2015 Cumartesi

CHP’li ve genç olmak

Demokrat Parti’nin iktidarda olduğu liseli yıllarımda yakınlık duyduğum parti Cumhuriyet Halk Partisi’ydi. 
Daha doğrusu bu yakınlık partiden çok lideri İsmet İnönü içindi. 
Babasının kitaplığında “Nutuk” bulup yutarcasına okumuş bir delikanlı için doğaldı bu sevgi. 
Atatürk’e karşı duyduğum hayranlık azalmak şurada dursun giderek daha da artarken, 1960’lardaki üniversitelilik dönemimde İsmet İnönü’ye ilişkin duygularım inişli çıkışlı oldu… 
1962’de Türkiye İşçi Partisi’ne üye oldum… 
Bu parti olmasa, o yılların Cumhuriyet Halk Partisi’ne üye olur ya da o parti için çalışır mıydım?
Sanmıyorum… 
Yazıda, o yılların ve günümüzün Cumhuriyet Halk Partisi’ne ilişkin olarak işlemek istediğim konu da tam olarak budur…
***
Bir siyasal hareketin genç bir insanda ilgi ve yakınlık uyandıracak özellikleri neler olabilir? 
Sözünü ettiğim üniversiteli yıllarıma döneyim… 
Menderes yönetimine karşı bir gösteride yaşamını yitirmiş Turan Emeksiz, bizler için örnek bir kahramandı.
Fakat 60’lı yılların Cumhuriyet Halk Partisi’nde bu başkaldırı ruhundan eser yoktu. 
Dahası, dönemin başbakanı İsmet İnönü’nün ’60 başlarındaki üniversite gençliğinin eylemlerine ilişkin olumsuz sözlerini anımsıyorum…. 
Benim gibi militan bir ruha sahip, yurtsever ve sola yatkın gençler için Türkiye İşçi Partisi ideolojisi biçilmiş kaftandı. 
Tam bu noktada da “ideoloji” kavramını vurgulamış oluyorum… 
Karşımızdaki gençlik “ülkücüler” adı altında MHP ideolojisi çevresinde toplanmaya başlamıştı. Sonuçta bu da bir ideolojiydi… 
Peki, dönemin CHP kadrolarında nasıl bir gençlik yer almaktaydı? 
Bugün ben yaşlarda olup o günlerin CHP üyesi ya da sempatizanı olan gençler bu soruyu daha iyi yanıtlayabileceklerdir… 
Benim o döneme ilişkin yaşantılarımdan anımsadıklarım ise TİP üyesi olalım ya da olmayalım, kendini solcu ve yurtsever olarak tanımlayan bizler, emperyalizm ve faşizm karşıtı, emekten ve emekçiden yana sloganlarla Kızılay Bulvarı’nda “Dönüşüm” dergisini dağıttığımız sırada ve “ülkücü”lerin fiziksel saldırına uğradığımızda, gözaltına alınıp yargı önüne çıkarıldığımızda, yanımızda tek bir CHP’li gencin bulunmayışıydı… 
Başka bir deyişle Turan Emeksiz’in adıyla özdeşleşen başkaldırı ruhu CHP’yi terk etmiş ya da daha doğrusu CHP o ruhu terk etmiş, bayrağı daha gençlere devretmek üzere bizler almıştık… 
Ecevit’in dönemsel başarısının başlıca bir nedeni, partideki bu sıkıntıyı görerek ona gençlik ve yenilenmiş bir ideoloji kazandırma çabası olmalıdır…
***
Günümüz CHP’si ideolojisiz bir parti mi? 
Evet. 
Bu partinin yerinde saymakta oluşunun başlıca nedeni de bence budur. 
İdeolojisi olmayan bir parti gençliği etkileyip kendine çekemez… 
Gençliği etkileyemeyen bir partinin ise bizimki gibi genç bir ülkede başarı şansı yoktur…
***
Şimdi, CHP ve ideoloji derken düşündüklerimi özetlemeye çalışayım… 
İdeoloji her şeyden önce bir yaşama kültürü, bir yaşam anlayışı demektir… 
Cumhuriyetin ve kurucu önderinin ideolojisi, her şeyden önce, aydınlanma ve bağımsızlıktır. 
Kemalizm”in(ekonomi vb. alanlarda) pragmatik uygulamalarından her biri, dönemin koşullarına göre yeniden irdelenip değerlendirilebilir. 
Fakat aydınlanma ve bağımsızlık ilkeleri ve değerleri dışında… 
Çağdaş insan olmanın bu temel değerlerine, kuşkusuz başkaları da eklenecektir. 
Fakat aydınlanma kültüründen ve bağımsızlık ruhundan yoksun olan hiçbir değer tek başına anlam taşıyamaz. 
Ülkemizde her yere savrulmuş olan gençliğin gereksinim duyduğu asıl değerler de bunlardır… 
Özgür insan demek olan aydınlanma bilincini ve antiemperyalizm demek olan bağımsızlık ruhunu cesaretle ve kararlılıkla öne çıkaramayan bir CHP, kitle partisi olma adına ne kadar çabalayıp didinse ve Cumhuriyetin kuruluş ideolojisinden bu yönde ne kadar ödünler de verse en iyi olasılıkla yerinde saymaya devam edecektir...

7 Kasım 2015 Cumartesi

Sahi, ne ülkesiyiz?

O sırada başbakan olan Erdoğan’ın yanağından makas almakla ünlü bir gazeteci, Ankara’daki canlı bomba katliamının ardından, “Şaşacak bir şey yok, Ortadoğuülkesiyiz” demişti… 
Yarı resmi sayılabilecek bir ağızdan, sanırım ilk kez böyle bir şey söylenmekteydi. 
Bu söz, duygusuz, acımasız, irkiltici üslubu bir yana, beni düşündürmüştü: 
Sahi, ne ülkesiyiz? 
Biz oldum olası ülkemizin Doğu’yla Batı, Asya’yla Avrupa arasında bir geçit, bu anlamda da bulunduğumuz coğrafyada (Küçük Asya’da, Balkanlar’da) ve komşu coğrafyalardaki (Büyük Asya, Ortadoğu, Balkan, Kafkasya…) kültürlerin özgün bir sentezi olduğunu düşünürdük… 
Demek ki sonunda gele gele Ortadoğu’ya tıkılıp kalmışız…
***
Mirasçısı olduğumuz Osmanlı ve öncesindeki Selçuklu imparatorlukları Ortadoğu devletleri miydiler? 
Sorunun yanıtını tarihçiler kuşkusuz daha doğru ve ayrıntılı vereceklerdir… 
Fakat ne Selçuklu’nun ne de özellikle Osmanlı’nın Ortadoğu’ya sıkıştırılamayacağı çok açık… 
Anadolu Selçuklu Devleti, adı üstünde, bir Küçük Asya ülkesiydi. 
Siyasal, kültürel bağlantıları Ortadoğu’dan çok Anadoluluk kimliğiyle, Büyük Asya’yla ve Bizans üzerinden Avrupa’yla ilişkiliydi… 
Osmanlı İmparatorluğu ise, kuşkusuz ki, döneminin hiçbir coğrafya ya da kültürüyle özetlenemeyecek bir dünya devletiydi.. 
Öyleyse, bu Ortadoğu ülkesi sözü nereden çıktı? 
Osmanlı küçüle küçüle Türkiye Cumhuriyeti’ne, o da bir Ortadoğu ülkesine mi dönüştü denilmek isteniyor? 
Üzerinde durup düşünelim…
***
Birkaç yıl önceki bir Suriye gezisinde, aklımda yanlış kalmadıysa Şam yakınlarındaki bir üniversitedeki toplantıda, grubumuzda bulunan sağcı bir gazeteci, Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı’yı yıkarak büyük bir devleti küçülttüğü yönünde sözler söylemişti… 
Bunun üzerine ben de söz alarak, öyle olmadığını, ortaçağı aşamamış bir imparatorluğun kaçınılmaz yıkılışı sonrasında kurulması başarılan Türkiye Cumhuriyeti’nin bir küçülme değil dirilme, yenilenme, çağdaşlığa yönelme başarısı olduğunu anlatmıştım… 
Makasçı gazetecinin sözü bana bu olayı anımsattı... 
Bir anlamda o da aynı şeyi söylemiş oluyor… 
Yani, artık bir Ortadoğu ülkesiyiz, böyle şeyler olur, olacak…
Fakat o bunu hiç de yakınılacak bir şey olarak değil, kabul edilmesi gereken bir gerçek olarak vurguluyor… 
Ülkesini ve böylelikle de kendisini Ortadoğulu olarak tanımlamış oluyor…
***
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın birkaç yüzyıllık geriliğini bir çırpıda aşarak 
Batılı, çağdaş bir ülke olmaya yönelmişti… 
Çağdaşlığın kazanımları son birkaç yılda birer birer geri alındı ve alınmakta… 
Herhangi bir Ortadoğu diktatörlüğüne dönüşmeye denebilir ki birkaç adımlık yol kaldı… 
Bu bakımdan da “Erdoğan sever” gazeteci haklıdır, bir Ortadoğu ülkesiyiz… 
Canlı bombalara, kitlesel katliamlara, keyfi ve kitlesel tutuklamalara, ortaçağ yasaklarına hazır olalım… 
1 Kasım seçimlerinin sonuçlarıyla toplum olarak bunu zaten hak etmiş durumdayız…
                                             
Not: Yazımı yazmaktayken, bir telefonla, bu köşedeki yazılarımdan birindenötürü “Cumhurbaşkanı’na hakaret” suçlamasıyla hakkımda dava açıldığı ya da suç duyurusunda bulunulduğunu öğrendim… Yazıyı yetiştirmek zorunda olduğum için arada kesip gazeteyi arayamadım… Şimdi arayacağım, bakalım neymiş…