31 Ağustos 2015 Pazartesi

ATAOL BEHRAMOĞLU ROMENCE’DE




Ataol Behramoğlu’nun şiirlerinden geniş bir seçmeler şair ve akademisyen Ion Deaconescu’nun Romence çevirileriyle Romanya’da yayınlandı.
Dünyaca ünlü şairlerin yayınlandığı “Edıtura Europa” yayınları arasında yer alan kitap “Melancolıa Tımpuluı”(Zamanın Melankolisi) adını taşıyor.
Kitap Romanya’nın Craiova çehrinde 17-21 Eylül tarihlerinde düzenlenecek uluslarararsı şiiri festivali sırasında, Behramoğlu’nun da katılımıyla basına tanıtılacak.

Ataol Behramoğlu’na ayrıca, Romanya’nın önde gelen sanat-kültür dergilerinden “Litterature et Art Chisinau” dergisince, yayın yönetmeni akademisyen Nicolae Dabija imzasıyla, “Sözcüğü Evrensel bir Ruhla değiştiren bir şair” olarak “Şiir Ödülü” ne layık görüldü.

29 Ağustos 2015 Cumartesi

İRLANDALI BOKSÖR-TURİST OLAYI


         Aksaray’da bir grup “esnaf”ı dayaktan geçiren İrlanda’lı boksör- turist olayı sanırım pek çoğumuz gibi beni de bir hayli güldürmekle birlikte bir dizi sosyal, kişisel, psikolojik sorunla da karşı karşıya bıraktı…
            Ülkemizin en yakıcı sorunlarının başında gelen “etnisite” konusundan başlayalım.
        Bu genç adam Kuveyt asıllı imiş, buna göre demek ki Arap’mış.
       İrlandalılığı belki bu ülkede doğup büyüdüğünden, sonuç olarak da İrlanda yurttaşı olmasından geliyor olmalı. Bundan da daha doğal bir şey olamaz…
       Aksaray esnafımıza gelelim…  Etnik kökenleri sorulduğunda acaba kendilerini nasıl adlandıracaklardır? Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Arap vb…
       Abarttığımı düşünmeyin… Ülkemizde pek çok insanın aklına artık,, tıpkı Osmanlı dönemindeki gibi, kim oldukları sorulduğunda öncelikle  etnik aidiyetleri, nereli oldukları, dinsel inançları filan geliyor…
       Fakat olaydan söz eden yabancı basın Aksaray’da “İrlandalı”dan dayak yiyen esnafı herhalde etnik aidiyetlerine göre değil Türk olarak adlandırmıştır…
      Diyebilirsiniz ki bundan ne çıkar? Şu çıkar: Topluca bakıldığında, bütün dünyada,Türkiye yurttaşları etnik kökenlerine bakılmaksızın “Türk” olarak adlandırılıyor…
       Demek ki bu tanım bir etnik aidiyetten çok, ulusal, kültürel, toplumsal bir aidiyetin adıdır…
        Fakat dışarıda olduğu gibi içerde de, konu değişti mi, bir anda kırk parçaya bölünüyoruz ve etnik aidiyetler öne çıkarılıyor…
       Burada bir “çifte standart”, bir ikiyüzlülük yok mu?
        Konumuz olan olaya dönelim: İstanbul’da  etnik kökenleri ne olursa olsun bir grup Türk esnaf, etnik kökeni ne olursa olsun İrlandalı bir turistten dayak yiyerek rezil olmuştur…
        İçerde de dışarıda da olayın adı budur…

                                              ***
     Rezil olma konusuna gelelim…
    Kavga kötü bir şey, ama sonuç olarak da bir gerçekliktir… 
    Bir kavgada rakibe dayak atılabileceği gibi dayak da yenebilir…
    Fakat burada kameralara yansıyan şey kavga değil, adeta bir çakal, köpek, ya da kurt sürüsünün tek bir kişiye topluca saldırmasının tıpa tıp benzeridir…
     Bu nasıl bir şey, nasıl bir ahlâk, nasıl bir anlayış?
     Bu sürü psikolojisinin Sivas’ta, Maraş’ta, Çorum’da toplu cinayetleri işleyenlerin, Eskişehir’de Ali İhsan Korkmaz’ı linç eden alçaklığın  psikolojisinden bir farkı var mı?
       Aksaray’da üzerine sopalarla, sandalyelerle saldırılan kişi boks eğitimi almış güçlü kuvvetli biri değil,  sıradan bir kişi de  olabilir, saldırı ağır yaralanmayla, ölümle de sonuçlanabilirdi.
     Aynı şey, yaşanan bu olayda da olabilirdi…
     İrlandalı turistin sonraki fotoğraflarında kollarından biri alçıda ve askıda görünüyor…
        Bu sürü saldırısından bu kadarla kurtulmuş olmasına bence şükretmeli….

                                                 ***
   Saldırının nedeni, kamera  görüntülerinde de görüldüğü gibi, dükkânın önündeki dolaptan su alırken şişelerin yere dökülmüş olması.
    Bir iddiaya göre de marketten içki istiyor, olmadığı söylenince sövüp sayıyor, falan filan…
      Bu iddianın hiçbir inandırıcı yanı yok…
      O gündüz saatinde adam niye içki istesin? İstedi diyelim, olmadığı söylenince niye sövüp saysın?  Kamera görüntülerinde görülebileceği gibi, sinirlerine egemen, sakin biri bu… Sürünün saldırılarını sakince karşılıyor ve yine sakince karşılık veriyor…. Sinirlerine egemen olamayan, sopayı yiyince de çil yavrusu gibi dağılanlar ötekiler, yani bizimkiler…
      Market sahibi, ya da her kimse, dükkânından sopayla çıkıyor…
      Sopanın dükkânda ne işi var?
       Dağ başında mısın, cangılda mısın, sopayla işin ne?
        Dağ başında ya da cangılda isen, bir kenti bu duruma getirenin sen kendin olduğunun farkında değil misin?
         Değilsin kuşkusuz… Çünkü her durumda haklı olan sensin…
         Böylece de sopayı yiyip duracak, utanma duygusundan bile yoksun,  zavallı, bilinçsiz bir  sürü olarak yaşamaya  devam edeceksin…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/290815

22 Ağustos 2015 Cumartesi

ORTAÇAĞDAN SESLENİŞ



-Aydınlanma simgesi Tevfik Fikret’e ölümünün yüzüncü yılında saygı ve hayranlıkla-

Şöyle de denebilirdi: Ölümden sesleniş, mezardan sesleniş, kabir ötesinden sesleniş, öbür dünyadan sesleniş, ölüler diyarından sesleniş vb…
İmgelemim(muhayyilem) kapkara imgelerin ancak bu kadarını yapabiliyor...
Fakat sonuç olarak hepsinin özeti, yazının başlığını oluşturan “Ortaçağdan Sesleniş”tir….
Ülkemizde cumhurbaşkanı olduğu varsayılan kişinin birkaç gün önce bir “şehit” cenazesinde şehit ailelerine seslenişinden söz etmekte olduğumu tahmin edenleriniz olacaktır….

***
Ortaçağlar, özellikle de Hıristiyan dünyasında dinsel ideolojilerin egemen olduğu dönemlerdir.
İnsan(akıl) odaklı aydınlanma çağı başlamamıştır henüz.
Hıristiyanlık, bilimin doğup gelişmesine engel oluşturmakla kalmamış, kilisenin elinde bir işkence, cinayet aygıtına dönüşmüştür.
Bununla da kalmayarak bütünüyle ayağa düşmüş, papazlar cennet kapısının anahtarını satan din bezirgânları olmuşlardır.
Din adına kelle kesen İŞİD cellatları, bu ortaçağ karanlığının günümüzdeki İslam versiyonlarıdır.
Şehit cenazesinde şehidin ailesinin mutlu olması gerektiğini buyuran kişinin yaptığı da, bu karanlık tellallığının, din bezirgânlığının ta kendisidir…
Takım elbisesi, kara gözlükleriyle, bir elinde mikrofon, öteki eli şehidin cenazesinde yapılan bu sözüm ona “başsağlığı” konuşması, baştan sona, kapkara bir ortaçağ seslenişidir.
İspanyol faşistlerinin “yaşasın ölüm” çığlığının tıpkısıdır…
Yaşama karşı ölümün, aydınlığa karşı karanlığın, duyguya karşı taş katılığında bir duygusuzluğun, sevgiye karşı sevgisizliğin, akıla karşı akıl dışılığın sözcülüğüdür…
Çocuğunu bağrına basan annenin mutluluğunun karşısına onu mezara götüren annenin ne olduğu belirsiz “mutluluğunu” koymanın akıl, insaf, vicdan dışılığıdır….
***
Şehit aileleri mutlu olmalıymış?
Öyle mi?
Öyleyse eğer, sen kendinin, eşin hanım efendinin, öteki aile yakınlarınızın mutluluğu için, kendi evlatlarını neden şehit olmaya göndermiyorsun?
Ait olduğun dinin peygamberi, bazı savaşlara elinde kılıç bizzat katılmıştı…
Cumhurbaşkanı olduğun ülkede kan gövdeyi götürürken sen neredesin?
Senin görevin şehit ailelerine mutluluk dersi verip sarayına zoraki toplanmış muhtarlara fıkra anlatmak, onları muhbirliğe kışkırtmak mı; yoksa saldırıların
istihbaratını önceden alarak gerekli önlemleri aldırmak, yolları mayınlardan temizletmek, gepegenç insanlara hangi sıfat altında olursa olsun ölümün değil yaşamın mutluluğunu sağlamak mıdır?

***

Kimsin?
Yetkileri anayasayla sınırlı bir devlet adamı mı, kendini Tanrının dünyadaki gölgesi sayan bir ortaçağ yobazı mı?
Hiçbir yasa, hiçbir hukuk, hiçbir vicdan, bir şehit cenazesinde sana
neredeyse “yaşasın ölüm” çığlığını atma hakkını ve yetkisini vermiyor…
Bütün canlılar dünyaya ölmek için değil yaşamak için gelirler.
Mutluluk ölümde değil yaşamdadır.
Bunu sen de herkes kadar iyi bilirsin…
Kendinin ve yedi sülalenin dünya malı konusundaki hırsınız ve tamahınız herkesin gözü önündedir.
Bu nedenledir ki,doğru ya da yanlış, din konusunda da en son vaaz verecek, sözüne en az güven duyulacak kişi sensin…

***
Şehit cenazesinde ortaçağ karanlığının sözcülüğünü yapan kişi ülkeyi de kendi karanlığına sürüklüyor…
Gerçi Türkiye o karanlığa sığmaz, sığmayacak…
Fakat böyle de olsa, ortaçağlardan bugünlere seslenen bu karanlık sözcüsü karşısında sesini insan onuruna yakışan bir yüreklilik ve kararlılıkla yükseltemeyen herkes, ülkeyle birlikte kendi çocuklarının bugünü ve geleceği için de, en az onun kadar suçlu ve sorumludur.


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/220815

15 Ağustos 2015 Cumartesi

İki Fotoğraf

İlki 12 Ağustos Çarşamba tarihli Cumhuriyet’te yayımlandı. 
Fotoğrafı kimin çektiği belirtilmemiş. 
Fakat yaşamakta olduğumuz günlerin bütün acılarını, acımasızlığını yansıtan bir fotoğraf bu. 
Ön planda, Sultanbeyli’deki saldırıda yaşamını yitiren, babası polis müdürü Beyazıt Çeken’in cenazesiyle aynı uçakta defin töreninin yapılacağı Konya’ya gelen 3 yaşındaki Cevdet’i görüyoruz.
Arkada, sağda, cenazeyi ve çocuğu getiren uçak. 
Solda biraz daha ileride ay yıldızlı bayrağa sarılı tabut birkaç üniformalı ve iki sivil tarafından götürülüyor. 
Yolculuktan, olup bitenlerden yorgun düştüğü kuşkusuz çocuğun yana eğilmiş başcağızından neler geçtiğini hiçbir zaman bilemeyeceğiz… 
Fakat gazetenin açıklama yazısında belirtildiği gibi “3 yaşındaki Cevdet’in, babasının cenazesi götürülürken masum gözleriyle başka yere baktığı bu fotoğraf hafızalardan asla silinmeyecek.”
[Haber görseli]
İkinci fotoğraf, 13 Ağustos Perşembe tarihli Sözcü’de yayımlandı. 
Sultanbeyli’deki intihar saldırısını düzenleyen üç genç adamı birlikte gösteriyor. 
Objektife gülerek bakıyorlar. 
Belli ki yaşamlarından, ideallerinden hoşnutlar. 
Ölüm konusunda duyguları, düşünceleri nedir? 
Öldürmek onlar için ne anlama geliyor? 
Yaşamları boyunca kaç kitap, kaç roman, kaç şiir okudular? 
Kendilerince kutsal bir ideal için öldürmekte ve ölmekteler… 
Fakat birinci fotoğrafta görülen trajediye neden olduklarına ilişkin bir duygu kırıntısı, bir pişmanlık kıpırtısı yeşerebilir mi içlerinde? 
Hiç sanmam…
[Haber görseli]
Bu iki fotoğrafı yan yana “okuduğumuzda”, nasıl acınası, nasıl acımasız bir dünyada yaşamakta olduğumuzu anlarız… 
Nasıl anlamsız, nasıl aptal, nasıl duygusuz, nasıl bilinçsiz bir dünya bu… 
Sevginin değil sevgisizliğin, duygunun değil duygusuzluğun, dostluğun değil düşmanlığın, merhametin değil nefretin egemen olduğu bir dünya bu… 
Gazetelerde “Evren artık son uykusuna hazırlanıyor” diye bir başlık vardı. 
Evrenin enerji üretiminin son iki milyar yılda neredeyse yarı yarıya düştüğünü ortaya koyan gökbilimciler, evrenin yavaş yavaş sonuna yaklaştığını” söylüyormuş… 
Evreni bilemem, fakat insanlık bu haliyle bu gezegende varlığını sürdürmeyi hak etmiyor…


8 Ağustos 2015 Cumartesi

MHP SORUNU


 Siyaset yaşamımızda bir MHP sorunu var.
Bu türden sorunlar genellikle partilerin ideolojilerinden kaynaklanır.
 MHP’nin sorunu ise, bence, ideoloji yokluğu, daha yumuşak bir deyişle de ideoloji belirsizliğidir.
Yalpalamaların, demeçlerle davranışların birbirini  tutmazlığının nedenini komplo teorileri ya da siyasal çıkar hesaplarından önce,  bence bu ideoloji yokluğu ya da belirsizliğinde aramak gerekir…
                                                   ***
   Alpaslan Türkeş Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisine(CKMP) “müfettiş” olduğunda, partinin genel başkanı Ahmet Tahtakılıç’ın kılıcının gerçekten de tahtadan olduğu belli olmuştu..
      Nitekim kısa süre sonra Türkeş parti başkanı oldu ve partinin adı da Milliyetçi Hareket Partisi olarak değişti.
     “Dönüşüm” dergisini birlikte çıkardığımız bazı arkadaşlarım, söz konusu partideki bu değişimlerin ülkemiz için tehlikeli bir gidişin başlangıcı olduğu konusunda sezgilerimi ve  Türkeş’in kişiliği konusunda duyduğum kaygıları  anımsayabilirler.
        Henüz cinayetler işlenmemişti ve Türkiye’de sol Türkiye İşçi Partisi’nin ve  genellikle bu partiye yakın ya da parti üyesi ilk solcu üniversiteliler kuşağının demokrasiye saygılı, barışçı, umutlu, yurtsever, emek dostu, emperyalizm  karşıtı ideolojisine sahipti.
         Bu nedenle de Kızılay Bulvarında anti emperyalist .sloganlarla ve denebilir ki çocuksu bir coşkuyla dergimizin ilk sayısının tanıtımını yaparken nereden çıktığı belirsiz bir grubun saldırısına uğradığımızda şaşırmıştık. Çünkü böyle bir saldırıya hiçbir bakımdan hazırlıklı değildik…
       Bu günden bakıldığında o ilk saldırının nasıl planlı bir cinayetler zincirinin ilk halkası olduğu, ülkeyi kanlı bir kardeş kavgasına sürükleyen bu planda polisle işbirliği içindeki MHP’li gençliğin nasıl kullanıldığı çok açık görülmektedir…
          Amaç, yükselen solu çatışmaya sürükleyerek ve kanla boğarak durdurmaktı ve başarıya da ulaşıldı…
    Yazının konusuna dönecek olursak, MHP’nin o dönemlerdeki ideolojisi “Moskof düşmanlığında odaklanan, “esir Türkler’i Rus boyunduruğundan kurtarma” hedefine yönelik ırkçı bir antikomünizmdi…
         Beğenelim beğenmeyelim, sonuç olarak tıpkı Nazizm ya da Faşizm gibi,büyük ölçüde dışarıdaki emperyalist çevrelerce kotarılıp  servis edilmiş de olsa, bu da Türkiye’ye özgü bir ideolojiydi…
        Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla“esir Türkler” i kurtarma hayali geçerliliğini yitirdi…
      Solun param parça edilmesiyle ortada saldıracak bir sol da kalmadı…
       Son dönemlerindeki mitinglerinde Nazım Hikmet şiiri okuyacak kadar dönüşüm geçiren Türkeş’in ölümüyle MHP karizmatik liderini de yitirmiş oldu…
       Öyleyse bu partinin günümüzdeki ideolojisi, başka bir deyişle de varlık nedeni nedir?
        Günümüzdeki liderinin birbirini  tutmaz sözlerini, parti başkanlığına da,görünüşteki ağırbaşlılığa da, akademisyen  kimliğe de yakışmayan sövgülerini ve davranışlarını, çapsız danışmanların kuru sıkı tehditlerini polemik konusu yapmaktan çok, asıl bu soruya yanıt bulmak gerekiyor…
                                              ***
       Soğuk savaş koşullarının çok gerilerde kaldığı günümüz dünyasında ve Türkiye’sinde ırkçı bir milliyetçiliğin ve antikomünizmin herhangi bir ideolojiye temel oluşturma şansı yoktur.
           Pek çok etnik kimliğin kaynaşmasıyla tarihsel bir gerçeklik olarak oluşan Türkiye ulus devletinde herhangi bir ırkçı-etnikçi ideoloji, kardeş kanı dökülmesinden ve sonuçta da emperyalizm dışında  kimsenin  işine yaramayacak bir parçalanmadan başka  sonuca ulaşamaz.
           Din odaklı ideolojiler  için de bu böyledir ve zaten bu türden bir ideolojinin asıl sahipleri yasa dışı zorlamalarla da olsa günümüz Türkiye’sinde iktidardadır…
            Öyleyse, bugün bir ideolojik boşlukta bulunan MHP’nin önünde iki yol bulunmaktadır…
             Ya, bugün yaptıkları gibi, ülkeyi dinci bir faşist diktaya sürüklemekte olan partiye payanda olarak onun içinde eriyip gitmek…
              Ya da, asıl seçmenleri olan küçük esnafın ve köylülüğün emperyalizm  ve büyük sermaye karşısında  çıkarlarını savunan; genç seçmenindeki ırkçı yönelimleri gerçekçi-antiemperyalist bir yurtseverliğe yöneltmeyi başaran kendine özgü bir Türkiye partisi olmak…
         MHP sorunu derken düşündüklerim bunlardır…
    

        8 Ağustos 2015/Cumartesi Yazıları

1 Ağustos 2015 Cumartesi

RODİNSON’UN MUHAMMEDİ(2)


Fransız düşünür Maxim Rodinson’un kitabı üzerine birkaç hafta önce bu köşede yayınladığım yazının bana yansıyan-olumlu-olumsuz- yankıları tahmin ettiğimden daha az oldu.
İnsanlık tarihini, özellikle de bizim kendi tarihimizi, dünümüzü, bu günümüzü bunca etkilemiş ve etkilemekte olan bir kişilik hakkında düşünme gereği duymuyor muyuz?

***
Maxim Rodinson’un kitabının arkasındaki boş birkaç sayfa ve arka kapak içi,aldığım notlarla dolmuş..
Bu ikinci yazıda, İslam peygamberinin kişilik özellikleriyle ilgili olanları sıralamak istiyorum.
Abdullah oğlu Muhammmed’in daha çocukluk çağında “gerekli şartlar sunulduğu takdirde ,bir mistiğin oluşmasına tam elverişli bir mizaca sahip” olduğunu ileri süren Rodinson, sonraki süreçlerde “hayali” ya da “zihni” “iç veya dış görme ve işitme haline gelme “olgusunu da bu mizaç özelliğiyle açıklama eğilimindedir…
Ayrıntıya girmeden özetlenecek olursa, bu “özel” çocuğun sonraki süreçlerde belirginleşecek olan kişilik özellikleri , aynı kitaptan sözcüklerle şöyle sıralanabilir: “zekâ,olgunluk, özgüven,denge, sükûnet, ölçü,tatlı dillilik,sevimlilik”vb..
Rodinson, kitabının bir çok yerinde, Medine İslam Devletinin kuruluş süreçlerinde, bu devletin kurucusu İslam Peygamberinin özellikle savaşlar sırasında kendini gösteren siyasetçi ve komutan özelliklerini de şöyle özetliyor:”sabır, öfkesine hâkim olmak, sezgi, kurnazlık, vazgeçmeden geri adım atmayı bilmek, zamanını beklemek” vb…
Kendisinin de yara aldığı Uhud Savaşı sonrasında “gelen” “Al-i İmran” süresinin giriş bölümü,mücadeledeki insanı şiirsel çarpıcılıktaki sözlerle yüreklendiriyor: “Gevşekliğe ve kedere düşmeyin.Eğer inanmışsanız mutlaka üstünsünüz.Siz yaralandıysanız o kavim de sizin gibi yaralanmıştır…”
***
Kitapta kuşkusuz, doğruluğu, gerçekliği tartışılabilecek olaylar ,yorumlar ve o dönemin koşullarında bile haklılığı kolayca kabul edilemeyecek olgular var.
Kendisini eleştiren şair Ka’b ibn-Eşref’i katlettirmesi, “zehirli sözlere ve alaylara hiç tahammülü olmaması”ve belki hepsinden daha zalimce olarak Medine çarşısında kazdırdığı büyük çukurlar önünde, tehdit olarak gördüğü Beni Kureyze kabilesinden yüzlerce Yahudi’yi, teslim oldukları halde bağışlamayıp kellelerini kestirmesi gibi…
***
İslamiyet ve Kapitalizm” adlı sonradan anımsadığım bir başka önemli kitabın da yazarı Maxim Rodinson’un Hazreti Muhammed’i konusunda yazmayı şimdilik burada bırakıyorum.
Belki daha sonra, bir başka yazıda, zamanlar ve olaylar değiştikçe Kuran dilindeki(üslubundaki) değişmeleri konu alan bir başka yazı tasarlayabilirim…
Bu iki yazıda söylediklerimin ana fikrini ise şöyle özetleyebilirim:
İslam’ın kutsal kitabını bir Tanrı kelamı ya da bir ortaçağ Arap devlet ve toplum ideolojisinin kitabı olarak görüp okuyabilirsiniz…
Bu bir başka konudur ve sonsuzca tartışılır…
Rodinson’un Muhammed’inden yola koyularak benim üzerinde durmak istediğim ise, ister Hazreti Muhammed, ister Abdullah oğlu Muhammed olarak kabul edilsin,söz konusu kişinin bütün insanlık tarihinin,üzerinde en önemle durulması gereken kişiliklerinden biri olduğu gerçeğidir.
İnanmayanlar, bu konuda hiç kafa yormama, yordukları ölçüde de küçümseme, yok sayma eğilimindedir.
İnananlar ise “tanrının elçisi”nin kişiliği üzerinde fikir yürütmeyi zaten gereksiz ve ileri gidildiğinde de günah sayarlar.
Bunlardan ilki, böylece,bir küçük kabilenin yoksul ve öksüz büyümüş bir üyesiyken önce bir şehir devletinin kurucusu, ardından da dünya ölçeğinde devlet kuruluşlarının esinleyicisi olan kişinin bir insan, bir siyaset ve devlet adamı olarak yeteneklerini görmezden gelmiş olmakta, öteki yaklaşım da bu yetenekleri ve başarıyı daha büyük bir kutsal güce bağlayarak onları bir bakıma gerçek ötesi,insan üstü bir alana taşımaktadır…
Kuranı bir cellat el kitabı olarak kullanan katil sürüleriyle onu siyaset kürsülerinden sallayarak İslam’a ve peygamberine en büyük kötülüğü yapmakta olanlar ise bu yazının konusu dışında ve aslında aynı kişilerdir…


Cumartesi/010815