27 Temmuz 2013 Cumartesi

FAŞİZMİN DİLİ



     Dille düşünce arasında dolaysız ve eytişimsel(diyalektik) bir ilişki olduğunu söyleyebiliriz.
     Dil,düşüncenin sözcüklere dökülmüş biçimidir denebilir.
     Bu, dolaysız bir ilişkidir.
      Öte yandan, düşünce(kavram), zaten bu sözcüklerin ötesinde bir yerde değil, onun kendisidir…
       Sözcük dağarımız düşünmeyi, düşünme süreci sözcük dağarımızı çoğaltır…
        Bu da ilişkinin eytişimsel (karşılıklı olarak birbirini etkileyen)yönü olsa gerek…

                      ***                                  ***                 ***
     Her şey gibi faşizm de bir dildir.
      Kendini dil yoluyla dile getirir…
      Her “ideoloji” gibi kavramları, sözcükleri, bunları dile getirme biçimleri vardır…
       Aslında tek tek bu dil öğelerinden yola çıkarak, tümevarım yöntemiyle, faşist ideolojinin bütününe ulaşabiliriz…
         Eksikli kalacak da olsak, akla ilk gelebilecek öğelerle, bir deneme yapalım…

                      ***                              ***                        ***

    Yalan, faşizmin dilinin başlıca özelliklerindendir.
     Faşizm, bilime karşı olduğu için, yalana başvurmak zorundadır.
     Faşist, bilerek ya da bilmeyerek, dünyayı çarpık bir aynadan görür…
      Gerçek kendisine ne kadar anlatılırsa anlatılsın, ideolojisi gereği, onu anlamaz, ya da anlamazlıktan gelir.
      Gerçeklikten bu kaçış, bir çeşit akıl hastalığı olarak  da yorumlanabilir.
      Giderek en sıradan, en olağan, bir çocuğun bile kavrayabileceği açıklıkta  gerçekler, tıpkı bir akıl hastası için olduğu gibi, faşistin dilinde başka biçimlere bürünür.
      Onu ikna etmeye çalışmak boşunadır.
      Çünkü karşınızdaki kişi akıl ve mantıkla düşünmek yeteneğini tümüyle yitirmiştir.

                    ***                                      ***                            ***

        Faşist dilin başkaca temel özelliklerinden bazıları öfke ve şiddettir.
        Fakat bu öfke ve şiddetin de ne kadarının gerçek, ne kadarının sahte olduğunu anlamak kimi kez kolay değildir.
       İdeolojisinin ve kişiliğinin temel özelliği yalan ve sahtecilik olan faşistin kendisi de bunu zaman zaman karıştırabilir….
        Tarihin gelmiş geçmiş faşist ideologlarını böyle bir bakışla irdeleyin…
         Ses grafiklerinde, mimiklerinde, sözlerinde, genel davranışlarında, şaşırtıcı iniş çıkışlarla karşılaşırsınız…
          Aynı şey ruhsal durumları için de geçerlidir…
           Canavarca bir zalimlikten sürüngence bir korkaklığa geçiş, bu gibi kişiliklerin yine temel özelliklerindendir…

         ***                                 ***                ***

     Faşizm kavramları saptırır, değiştirir.
     Bütün insanlık tarihinin iki büyük aşamasından biri insanın en yüce değer oluşu(hümanizm), öteki(aydınlanma da diyebileceğimiz) bilimsel akıldır.
      Faşizm ikisine de karşıdır.
       Faşist ideolojide insanın insan olarak  değerliliği ırk, ulus, ideolojinin kendisi vb…kavramlarla yer değiştirmiştir.
        Bilim ise, insanın yaratıcı gücü olmaktan çıkarılarak faşizmin yararına çıkarcı bir teknolojiye indirgenmiştir.
       Faşist dilin kavramları, bu nedenle, insana,bilime, sanata, yaratıcılığın her türüne düşmancadır…
       Kavramları saptıran faşist ideoloji, bu günü yönlendirerek geleceği saptamaya çalışmakla kalmaz, tarihsel gerçeklikleri de kendi sapkın anlayışı doğrultusunda bozup değiştirir.
     Bu anlamda da gerici, saptırıcı bir dil kullanır…
     Bunu başarmak için var olan kurumları bozar, alt üst eder, yapılarını değiştirir.
       Görsel belgeler üzerinde oynar, kavramları yeniden, akıl ve mantık ölçülerini ayaklar altına alarak yorumlar yorumlatır…
       Toplumun kimyasıyla, genetiğiyle oynar…

                           ***                             ***                            ***

      Başa dönecek olursak, faşizmin diline karşı uyanık, savaşımcı, irdeleyici, açıklayıcı, göz önüne serici  olmak gerekir…
      Çünkü bu dil bulaşıcı, olumsuz anlamıyla da olsa etkileyici ve ürkütücüdür…
       Faşizme karşı savaşım, onun diline karşı savaşımdan ayrı düşünülemez…

Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/260713

     
  Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

20 Temmuz 2013 Cumartesi

ALÇALMADA SINIR



    Ülkemizde yaşanmakta olanları izlerken, insan ister istemez “alçalmada bir sınır” yok mudur, bu böyle ne kadar sürüp gidebilir diye sormadan edemiyor…
     Alçalmanın(alçaklık diye de okunabilir), yalanın, kötülüğün bir sınırı yok mudur?
      Akla ilk elde “ilahi adalet” kavramı geliyor.
      Halkımız bu anlamda kendine bir rahatlama yolu bulmuş.
       Bu dünyada yapılan kötülüklerinin “öbür dünyada” cezalandırılacağına ilişkin oldukça yaygın ve kolayca değişmez bir inanç olduğunu biliyoruz.
       “İlahi adalet” kavramını bu dünyaya uygulamak olası mı?
         Daha açık bir deyişle, hukuk yoluyla cezalandırılmasa da yapılan kötülüğün bu dünyada cezasız kalması söz konusu olabilir mi?
        Bu noktada karşımıza “vicdan” kavramı çıkacaktır…

                                                ***

           Vicdan sözü “çevremizdeki insanlara ve topluma karşı ahlâki sorumluluk duygusu” olarak açıklanıyor.
         Yeterli değil kuşkusuz, yine de bu açıklamayla vicdanın ne olup olmadığı konusunda fikir edinebiliyoruz.
          Bazı dillerde vicdan sözcüğü bilinç kavramıyla eş anlamlı olarak kullanılıyor.
         Bunda da bir doğruluk payı var.
         İnsan kişiliği, bilinçle biçimleniyor.
         Bilgilerimiz, bildiklerimiz kadar insanız.
         Fakat bunları yazmakta olduğum anda bile, pek de  böyle olmadığını düşünüyorum.
         Bilgi sahibi bir sürü alçağın yanı sıra bilgileri sınırlı ne kadar iyi, doğru, dürüst insan olduğunu biliyoruz…
         Bu da karşımıza yine irdelenmesi gereken sorular çıkarıyor…

                                          ***

     İnsan yaptığı şeyin kötü olduğunu bile bile neden kötülük yapar?
     Apaçık  gerçekler karşısında yalanda neden ve nasıl direnir?
      Vicdanının sesini susturmayı nasıl başarır?
       Ya da, bilinç ve vicdan arasında bilemediğimiz gizli yollar, karanlık koridorlar, labirentler mi bulunmakta?
        Bunu aslında o türden insanlara sormak gerekir, fakat yanıt alamayız, ya da şaşırtıcı yanıtlarla karşılaşılır.
        Birkaç gün önce bir gazetemizde, Hitler’in başlıca suç ortaklarından Göring ya da Gobels’in  sorgu sırasında söyledikleri vardı.
        Aslında Yahudileri çok severmiş. Kendisine gaz odalarına ilişkin fotoğraflar gösterildiğinde de bütün bunların çok korkunç olduğunu söylemiş.
         Ne dersiniz, ya da demezsiniz?..

                                          ***

 Günümüz Türkiye’sine gelelim.
 Shakespeare’in tragedyalarından birinde “Anne, beni öldürdüler” diyen çocuk gibi “Vurmayın, öldüm” diye delikanlıya vurmaya devam eden alçakların alçalmalarının sınırı nerede sona eriyor?
     Bu alçaklar, şimdi nasıl yemek yiyor, nasıl uyuyor, nasıl nefes alıp veriyorlar?
       Göstericinin  başına ateş ederek ölümüne neden olan polis vicdanen rahat mı?
      Yaşamını hiçbir şey olmamış gibi sürdürebilecek mi?
       İşlediği suçun cezasını hukuken çekerken bile vicdanları rahat olmayan insanlar kuşkusuz varken, bu polis memuru korunup kollanıyor olmasının tedirginliğini duymayacak mı?
      Ya bir katili ya da katilleri kollayan savcılar, yargıçlar, bütün bir adalet sistemi, bütün bir siyaset?
          Kirli, karanlık, sahte içeriği gün gibi ortadayken, Ergenekon ve Balyoz diye adlandırılan utanç davalarında ve benzerlerinde, alçalmanın hizmetinde kalmayı ısrarla sürdüren hukuk, hukukçu?

                                             ***

        Birbiri ardına sıraladığı yalanlat birbiri ardına yüzüne vurulmaktayken,
bunlar için özür dilemek yerine yeni yalanlar uydurmayı sürdüren siyasetçi,
bunun bir alçalma olduğunun farkında değil mi?
       Alçalma, nereye kadar?
       Alçalmakta olan uçağın hedefi, tekerleklerini yere koymaktır.
       Alçalmakta olan insan için, insanlığın bunca birikiminden sonra, akla ve vicdana aykırı hiçbir hedef olamaz.
        Olsa olsa, çapına ve verdiği zararın ölçüsüne  göre, kendi çevresi, ülkesi ya da bütün bir insanlığın lanetine uğramış olarak, yere çakılacak ve paramparça olacaktır.


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/200713

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

14 Temmuz 2013 Pazar

Erdoğan Ülkeyi İç Savaşa Götürür


Yazarımız bu haftaki yazısını rahatsızlığından ötürü yazamadı. İsteği üzerine 15.07.2006 tarihli yazısını yayımlıyoruz.
Milletvekili seçimlerinde oy kullananların üçte birinin oyları ile Büyük Millet Meclisi’nde üçte iki çoğunluk elde ederek Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan hakkında düşüncelerimi birçok kez yazdım.
Kendisiyle kişisel hiçbir sorunum yok.
Hiçbir zaman karşılaşmadık, yüz yüze görüşmedik.
Benim Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanı, Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Belediye Başkanı olduğu dönemde, sendikamızın o sırada Kabataş Setüstü’ndeki konutunun bir dönem önceden belediyeye birikmiş borcuyla ilgili olarak böyle bir olasılık söz konusuydu. Fakat daha önceki bir yazımda da söz ettiğim gibi, gidip Tayyip Erdoğan’dan bir şey istemek içimden gelmedi. 
***

Çünkü yine aynı yazıda sözünü ettiğim gibi, Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanlığına aday olduğu dönemdeki TV konuşmalarından ve görüntülerinden şiddetle tedirginlik duymuştum.
Beni tedirgin eden, siyaset ortamında ilk kez karşılaştığım bu kişinin katılmadığım görüşleri kadar ve belki onlardan da daha fazla, kendini fazlasıyla beğenmiş, kibirli, soğuk kişiliğinden yansıyan ürkütücü ve itici fanatizmdi. Tutuculuk ve kibrin bir aradalığı korkunçtur.
Doğru bir dünya görüşünü bile sevimsiz kılacak bu kişisel özellik, tutucu bir dünya görüşüyle bir araya geldiğinde, “fanatizm”in ulaşabileceği sonuçları kestirmek güç değil.
Tayyip Erdoğan’ın kişiliğinin bende uyandırdığı tedirginliği, üniversite öğrenciliğim döneminde, 1960’lı yıllarda, o zamanki CKMP’yi bir çeşit parti içi darbeyle ele geçiren Alparslan Türkeş için de duymuş ve bu duygumu arkadaşlarıma da söylemiştim.
Oysa Türkeş’in siyasetçi olarak kimliği o sırada çok da belirgin değildi, ya da hiç değilse biz sosyalist gençler tarafından gerektiğince bilinmiyordu. Sonraki yıllarda yaşananlar, bu önsezimi ne yazık ki doğruladı.
Tayyip Erdoğan’a ilişkin bir başka izlenimim, yine daha önce yazdığım gibi, belediye başkanlığından alındığında, İstanbul Belediye binası önündeki bir topluluğa yaptığı bir konuşmaya tesadüfen tanık oluşumla ilgilidir.
Bu, görevden alınan bir belediye başkanının veda konuşması değil, kışkırtıcı bir meydan okumaydı. Tayyip Erdoğan, bildiği, inandığı yolda kararlılıkla yürüyen biri.
Doğru (bilimsel, kuşkucu, araştırıcı, hümanist) dünya görüşüne sahip bir insan için erdem sayılacak bu özellik, tutucu bir dünya görüşü sahibinin kişiliğinde fanatizmin derecesini artırır.
Tayyip Erdoğan’ın kendi çevresindeki “karizma”sı buradan geliyor. Kararlı, kibirli, katı, uzlaşmaz kişiliğinden...
Başbakanlığı öncesinde de benim gibi kendisine ilişkin olumsuz izlenimleri olanlar kuşkusuz ki vardı. Başbakanlığı sırasında ise bütün bir toplum onu yeterince tanıdı.
Başbakanlık eninde sonunda siyasal bir kurumdur.
Cumhurbaşkanı ise ülkenin kimliği demektir.
Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasının, ülkemiz için çok ağır sonuçları olacağını düşünüyorum.
Çünkü Tayyip Erdoğan herhangi bir cumhurbaşkanı olmayacak.
O ve yandaşları, devletin en tepesine çıkmış olmanın güveniyle, bildikleri yolda daha sakınmasız ilerleyecekler.
Ve kaçınılmaz olarak da aynı sakınmasızlıkta karşı tepkiler, karşı duruşlar, karşı koyuşlar oluşacak...
Böylece de Cumhurbaşkanlığı makamı ülkeyi temsil etme simgesel değerini, saygınlığını, yasal konumunu yitirecek.
Demokrasiye güven daha da sarsılacak.
Toplum kargaşaya sürüklenecek ve korkarım ki bir iç savaşa doğru hızla yol alacak.
Amerika Birleşik Devletleri’nin istediği acaba böyle bir Türkiye mi? 
***

Tayyip Erdoğan ve yandaşları, böyle bir Türkiye’nin kendilerinin de sonu olabileceğini düşünmüyorlar mı?
Cumhurbaşkanı olan bir Tayyip Erdoğan’ın siyasetin dışında kalacağını ve böylece AKP ile daha kolay baş edebileceklerini düşünenler varsa, bu olasılık gerçekleşir de AKP lideri Çankaya’ya çıkarsa, ne kadar yanılmış olduklarını acı biçimde göreceklerdir.


13 Temmuz 2013 - Cumhuriyet


7 Temmuz 2013 Pazar

CIVILDAŞMAK…


       Geçen hafta yazdığım gibi bir süredir cıvıltı korosundayım.
       Başka dillerden sözcüklerin Türkçe karşılıklarına ilişkin olarak değerli okurlarımdan hem geçen haftaki yazıma, hem de “twitter”dan iletiler aldım.
     Köşedeki yerim olanak verdiği ölçüde bazılarını paylaşmak isterim.
     Sayın Gözde Dedeoğlu “mesaj” karşılığı olarak “ileti”, “forward” için “yönlendirme”, kimi kez “gönderme” sözcüklerini kullandığını bildiriyor.
      “İleti” zaten tutmuş bir sözcük.
       “Forward” için “yönlendirme” bana da çok uygun görünüyor.
        Dikkatli okur, yukarıda “yabancı diller” yerine “başka diller” demeği yeğlediğimi ayrımsamış olabilir.
       Bütün diller insancadır. Hiçbir dil bir öteki için yabancı olamaz…
       Fakat hiç kuşkusuz her dilin korunması gereken  kendi özgünlükleri, özellikleri vardır.
       Türkçemiz başka dillerin “destursuz” girdiği bir geçiş alanı, serbest bölge olmamalıdır…

                   ***                  ***                   ***
      Bir başka okurum, sayın Hüseyin Meşeci, “Google” ileti sitesinde “forward” yerine “yönlendir” denildiğini belirtirken “twitter” karşılığı olarak da “esprili” bir yaklaşımla “ötüşken site”yi önerir gibi…  
     Neden olmasın?
     Dil biraz da alışkanlıklarımızla ilgili değil mi?
     “Tayyare”ye alışan kulaklara  “uçak” en başta kuşkusuz çok yadırgatıcı gelmiştir.
     Azeri dostlar, Rusçada “kendi uçan” anlamında “samolyot diyorlar.
      Anahtara “açar” dediklerine göre, şu samolyot’u da uçakla değiştirmelerini öneririm…
      Sayın Meşeci’nin iletisinde şöyle bir tümce var:
     “İletişim güvercinleri sanal alemde birbirlerine seslerini duyurmaya çalışırlarken, alıcı kuşlar da boş durmuyorlar. Çarşının kartalı bile gagalanmaya çalışılıyor…”
     Bu konudaki düşüncemi yazımın sonuna bırakıyorum…
            
         
   ***                                     ***                       **
Zaman zaman dil konusunda ileti ve uyarılarını aldığım sayın Tarık Konal, son bir kaç iletisinde, bu sütunda yayınlanan “Hangi Haber Nasıl Verilmeli?” yazıma  ilişkin olarak ve “haber” yerine  “duyut”sözcüğünü kullanarak gazetemizden örneklerle önerilerini sıralıyor:
          “Performans testi” yerine “Başarımgücü sınaması”
           “Rekabette garabet” yerine “Alışılmışın dışında bir çekişme”…
            “Muhalefetin sponsorları” yerine “Karşıcılların parasal destekçileri”…
             “Namağlup kupa” yerine “Yenilgisiz kazanılmış kupa”…
             “Tahliye edilenler, göreve iade” yerine “Salıverilenler görevlerine döndü…”  vb…
            Sayın Konal bir başka iletisinde de (başta değerli hekimim Prof Dr.Bingür Sönmez ve konuyla ilgili bütün hekim arkadaşlarımın dikkatine!) “baypas” yerine “damar aktarımı”, “anjiyö” yerine “damar içi görüntüleme” sözcüklerini öneriyor…
            Dilin çok hassas, nazik, duyarlı bir konu olduğunda  kuşku yok…
            Kendi payıma sayın Konal’ın duyarlılığına saygı duyuyorum ve hem yöntemini hem de  önerilerinin çoğunu kabul etmeye yatkınım…
             Bence bu türden gözlem ve çalışmalarını kitaplaştırmalıdır…

       ***                                       ***                         ***
     Gelelim “ötüşken site”mize…
     İzleyici sayısı yaklaşık iki haftada 1180 olmuş.
      Büyük  ve gittikçe artan bir sorumluluk bu…
     Oradaki haberleşme olanağını doğru ve yerinde kullanmak gerekiyor.
     İnanılmaz, baş döndürücü bir haber akışı…
     Zamanı da doğru ve tutumlu kullanmak gerekli…
     Değerli okurum Meşeci’nin söz ettiği “alıcı kuşlar”a pek fazla bulaşmadan…
     Onlala yararsız ağız dalaşlarına girmeden…
     Elden geldiğince doğru, özlü, yerinde saptamalar yapmaya çalışarak…
      Daha doğru, daha adil bir Türkiye’ye ve dünyaya, dünden biraz daha umutlu olarak…


Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/070713
Twitter: @A_Behramoglu

   
     

Duyuru: Bu gün 17.30’da Kadıköy’de Gazdanadam Şenliğinde buluşuyoruz.

 Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

6 Temmuz 2013 Cumartesi

KİM AVRUPALI?



       Art arda gelen haberler ve yorumlarla Mısır’da olup bitenleri izlemeye çalışırken, “bayram değil, seyran değil…” deyimini anımsatırcasına internete Almanya Maliye bakanı Wolfgang Schauble’ın  Türkiye’ye ilişkin demeci düştü:
       “Avrupa’ya ait olmayan Türkiye birliğe alınmamalı.”
        Beyefendi bu sözü  Hristiyan Demokrat Partinin bir  mitinginde söylemiş.
       Bu kişinin önceki bir tarihte bir Alman gazetesine demecinde de bu  partinin başkanı bayan Merkel’in aynı konudaki görüşünü tekrar ederek, Türkiye’nin önümüzdeki yıllarda da Avrupa Birliğine tam üyeliğinin söz konusu olamayacağını, ancak özel bir statü verilebileceğini söylediğini anımsıyoruz.
        Merkel’in Gezi Parkı direnişi sırasındaki bildirisi daha ılımlıydı ve  hiç değilse görünürdeki amaç iktidarın demokrasi karşıtı tavrının eleştirisiydi.
       Maliye bakanı ise, daha açık bir dille Türkiye Avrupa’ya ait değildir diyor.
       Bu sözler, sanırım çoğumuz gibi bana da, S.Huntigton’ın  kabak tadı veren “Uygarlıklar Çatışması” tezini anımsattı  ve ister istemez bir kez daha Avrupa kimdir,nedir sorusunu düşündürdü…

                               ***                        
       Kısaca, bir kez daha yanıtlayalım…
      Sanırım, Avrupalılık, Batılılık, Batı kültürü vb. derken,  ekonomik tabanlı bir işbirliğinden daha farklı şeyler düşünüyoruz.
      Bilimsel anlamıyla aydınlanma düşüncesi ve hümanist felsefe, kimi Batı Avrupa ülkelerinde sistemleştirildi.
       Bilimsel devrimlerin, bilimsel düşüncenin beşiği de bu Batı Avrupa ülkeleridir.
        Zaten Huntington da bunu söylemeye getiriyor.
        Siz Doğu toplumları, hümanizmden, bilimsel düşünceden anlamazsınız, yerinizi ve haddinizi bilin diyor…
        Şimdi de  Alman maliye bakanının sözleri  tam olarak bu düşünceyi dile getirmekte.
        “Türkiye Avrupa’ya ait değil” başka nasıl yorumlanır.

                                          ***                        
Bir çok kez yazdım, kısaca tekrarlayayım:
 Hümanist düşünce, bilimsel akıl, kimi Batı Avrupa ülkelerinde sistemleştirilmiş; bilimsel devrimler bu ülkelerde gerçekleştirilmişse de, bunun ırksal değil, tarihsel, dönemsel, coğrafi, sosyal nedenleri vardır.
      Hümanist kişiliğe ve bilimsel akla sahip olmak, hiçbir ulusun, ülkenin kıtanın tekelinde değildir.
     Bu olgunun en parlak ve belirgin örneklerinin başında da Mustafa Kemal ve devrimleri geliyor…
      Nitekim, bu konuda daha önceki yazılarımda da değindiğim gibi, söz buraya gelince Huntington’ın gırtlağına kılçık kaçmış gibi bir şey oluyor, adeta kekeliyor…
     Bu faşist, ırkçı, bilim dışı, köhnenmiş düşünce, daha özgül anlamıyla Türkiye ve Türk düşmanlığı, Alman Maliye Bakanının  demeciyle bir kez daha karşımıza çıkmakta.

                                                     ***                           
 Herr  Schauble’ın siciline göz attığımızda ilginç verilerle karşılaşıyoruz…
  Şu anda iktidardaki Hristiyan Demokrat Birliği’nin 1988’de başkanı olan bu zat, silah tüccarı ve  başka karanlık işlere de karışmış olan Karlheinz Schreiber adlı kişinin bu partiye para bağışının neden olduğu skandal sonucunda, 2000’de başkanlıktan ayrılmak zorunda kalmış…
      Bir silah tüccarı bir partiye ne diye para bağışında bulunur?
      Söz konusu  maliye bakanının, ABD’nin Irak işgalini  hararetle destekleyen bir siyasetçi olduğunu da biliyorsak, sorunun yanıtı güç değil…        
      Özetle, Merkel’in maliye bakanının, silah tüccarlarıyla içli dışlı; emperyalizmin en saldırgan, en acımasız  kanadının temsilcilerinden biri olduğu çok açık değil mi?
                                                           ***                                 
    W.Schauble’ın sicilinde başka pürüzler de var ama  bu örnekle yetinelim… 
  Almanya’nın ırkçı maliye bakanına, bütün insanlık tarihinin en büyük alçaklığının, Nazizm  adıyla onun ülkesinden kaynaklanmış olduğunu anımsatmanın bir yararı olur mu?
     Onun gibiler ,Türkiye’nin Avrupa’ya ait olmanın da ötesinde, Cumhuriyet devrimleri, 60’lı yıllar gençliği ve Gezi Parkı Direnişiyle, köhnemiş,kendi değerlerine ters düşmüş bir  Avrupa’ya genç bir örnek oluşturduğunu  da farkında değiller.
    Batılı değerlerin günümüzde ki gerçek temsilcisi,  çürümüş ve saldırgan ABD ve Avrupa emperyalizmi değil, Türkiye’nin aydınlık, aydınlanmacı güçleridir…

Ataol Behramoğlu/070713


Twitter: @A_Behramoglu

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..