29 Haziran 2013 Cumartesi

İMAM FARKI



    Google’a “imam” yazdığınızda karşınıza çıkan ilk sözcükler  “imam gazali”, “imam nikâhı”,”imam çağdaş” vb.  oluyor…
      “İmam nikâhı”,    “imam” başbakanımızın herhalde gönlünden geçen, elinden gelse zorunlu kılacağı nikâh türü olsa gerek…
       İmam Gazali, 11. yy.da yaşamış İranlı büyük bir İslam düşünürü.  Bir yerde diyor ki “Her şeyin hakikatini öğrenmeye karşı duyduğum susamışlık; baştan ve gençliğimden beri tuttuğum yol ve benim bir hasletim olmuştur.”
      Ama ekliyor:
“Bu hasletler, Allah tarafından benim yaratılışıma ve hamuruma katılmış özelliklerdir; benim seçimim ve tercihim değildir.”
    Demek ki üstat, her şeyi öğrenmek susuzluğunu duyarken, Tanrı’nın varlığı ve insanın yazgısı, yani asıl temel sorunlar konusunda kuşku sahibi değil…
     Yine de Gazali’nin günümüze ulaşmış kitaplarından hiç değilse birini okumak isterim…
         İmam Çağdaş adını ise Gaziantep’li ya da yolu bu kentimizden geçmiş olup da işitmeyen yoktur….
     Kebapları, başta baklava olmak üzere tatlıları gerçekten harikadır…
      “İmam” ve “çağdaş” adlarının yanyanalığı ise herhalde pek çok kimse gibi ilk duyduğumda beni de yadırgatmıştı…
    İnsan hem imam, hem çağdaş olabilir mi?
    Üzerinde düşünülmesi gereken bir soru…

                  ***                                         ***                                       ***

“İmam” Arapçada, önde bulunan, önayak olan kimse demek
 İslam peygamberinin ölümünden sonra  halifelere de bu san verilmiş.
      İslam kültüründe  birkaç anlamı daha var; fakat günümüzdeki başlıca anlamı  namaz kıldıran din adamı demektir.
       İmam Hatip Liseleri, kuşkusuz, sadece namaz kıldıracak din adamları yetiştirmek için açılmadı.
      Nitekim oralarda öğrenim gören erkekler ve kızlar, yüksek öğrenimlerini belki en az İlahiyat Fakültelerinde olmak üzere, çeşitli öğrenim kurumlarında sürdürüyorlar…
      Belki de bu nedenle, bu liselerin adlarının değiştirilmesi de düşünülebilir…
      Zaten bildiğimiz liseler giderek imam hatipleştiğinden, böylece arada fark kalmadığından, her hangi bir ad ayrılığına da gerek olmayabilir…

       ***                                         ***                            ***
İmam Hatip lisesi öğrenimi görmüş bir başbakanımız var.
Bu liseden mezun olanlar, sanırım  isterlerse  imam olabiliyorlar.
 Başbakan başka meslekler seçmiş. Ticaretle uğraşmış, siyasete girmiş, bu gün sahip  olduğu mevkie ulaşmış, gözü daha da yükseklerde…
   Ama gerçek anlamıyla bir din adamı, “imam” sayılabilir mi?
   Aldığı(alt tarafı lise düzeyindeki) din eğitiminden her fırsatta söz etmesine karşın,   bu işi meslek olarak seçmeyişinden başka,  kişiliği bakımından da  kendisine  en son yakıştırılacak sıfat, din adamlığı,” imam”lık olsa gerek…
     Çünkü…
      Din adamı, “imam”, başkalarına önder ve örnek olması gerektiğinden, öncelikle insan ve insanlık sevgisine sahip olması gereken kişidir…
      Dindarlıkla kindarlığı birbirine karıştırmamalıdır…
      Örnek olması gerektiğinden, malda mülkte gözü olmamalıdır. (Örneğin, İslam’ın koşullarından  “zekât”a göre, bir mümin her yıl servetinin kırkta birini yoksullara dağıtmalıdır… Başbakan yapıyor mu bunu? Pek sanmam. Çuvalla para dağıtması gerekir….)
     Ve “imam” yalan üstüne yalan atmamalıdır…
      Tayyip Erdoğan bu “imam” tanımına ne kadar uyuyor dersiniz?....

***                                                   ***                                    ***

     Sözü,  Dolmabahçe Valide Sultan Camisi müezzini Fuat Yıldırım’a getireceğimi anlamışsınızdır…
    Bu genç din adamı, en tepedeki sözde imamın gazabını göze alarak, onun “camide içki içildi” yalanını yüzüne çarparcasına, başından beri ve( her nedense götürüldüğü ve altı saat süren!)  polisteki sorgusunda da böyle bir şey görmediğini söylüyor ve ekliyor: “Din adamıyım. Görmediğim şey için gördüm diyemem.”
    Fuat Yıldırım’ı  yürekten kutluyorum. Gerçek din adamının, gerçek bir imamın, gerçek insanın nasıl olması gerektiğini örnekleyerek, hem inancına hem mesleğine saygınlık kazandırdığı için…
    Böyle din adamlarının başımızın üstünde yeri var.


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/ 290613

www. ataolbehramoglu.com.tr


 Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

23 Haziran 2013 Pazar

BİR TWİTTER’IM OLDU…



    Dün geceden beri çocuk gibi sevinçliyim.
    Artık benim de bir twitter’ım var…
    Face-book’a oldum olası ısınamamıştım…
    Dedikodu gibi, özel hayatı gözler önüne sermek gibi bir şey…
    Twitter öyle değil…
    Dün gece saat ikilere kadar başından ayrılamadım…
    Bu gün de bilgisayarımda  başka çalışmalarımı  sürdürürken arada bir göz atıyor, tweet’lerimi birbiri ardına sıralıyorum…
    İflah olmaz bir dilci olarak hemen şu anda “tureng”i açtım…
    İnternette İngilizce başvuru kaynağım genel olarak odur…
    Neymiş bakalım şu “twit”, ya da “tweet”.?
    “Twit” karşılığı olarak “azarlamak,” hatasını yüzüne vurmak”, “sataşmak”  filan deniyor…
       “Twitter”da yapılan  işin karşılığı olarak  pek fena sayılmaz…
        Fakat sanırım sözcüğün aslı “twit” değil “tweet”…
     “Tweet”e bakalım…  “Cıvıldamak”, “ciklemek”  vb…
        Kararsız  kaldım, fakat doğrusu bu olsa gerek…
        Bir işe yarayıp yaramayacağını bilmeksizin cıvıldayıp duruyoruz…
        Peki, sözcüğün aslı “tweet” ise(nitekim tweet’ler deniyor), neden sistemin adı “tweeter” değil de “twitter”…
      İngilizcenin akıl ermez işlerinden biri diyerek, dil konusunu burada keselim…

       ***                                        ***                         ***

Bir twitter’ım oldu,evet…
Dil konusu keselim dediysem de, elimde değil, biraz daha uzatacağım…
“Face book”, “twitter” vb… Türkçelerini bulamaz mıyız?
  “Mail” için “ileti” tuttu gibi…
 “Forward”a ne diyeceğiz?..
  Karşılıkları içinde aklıma en yatanı “ileri aktarmak”…
  Örneğin, “Dünkü mail’leri sana forward ‘ladım” yerine  “Dünkü iletileri sana ileri aktardım” diyebilir miyiz?
    Belki…   Fakat “ileti” ve “ileri” sözcüklerindeki “ile” tekrarı bir ses bozukluğu oluşturuyor…
    Bu durumda da “forwardlamak” yerine “göndermek”le yetineceğiz gibi…Daha uygun bir karşılık  bulununcaya kadar…

     ***                                      ***                        ---

  Bu işin ustalarının aklından, şimdiye kadar neden bir twitterınız olmadı ki “ sorusu geçebilir haklı olarak…
   Olamadı, çünkü adımı ve soyadımı kim olduğunu bilmediğim  bir başkası  parsellemiş…  
    Uzun süredir, bana ait olmayıp da benim adımı taşıyan, üstelik tepesine de bir fotoğrafımın kondurulmuş olduğu  o siteyi ele geçirmeye çalıştıysak da  şimdiye kadar başaramadık…
    Sonunda,bu işin ustası arkadaşların yardımıyla yine benim adımla bir başka hesap açabildik.
    Gerçi  sözünü ettiğim ilk hesaba  sadece şiir ve büyük çoğunlukla da benim şiirlerim konuyor…
     Beş bine yakın da izleyicisi var…
     Gerçek  ben’in izleyici sayısı ise, dünden beri yüzü aştı…
      Bakalım, eşitsiz başlayan yarışı kim kazanacak?..


     ***                                   ***                         ***

   AKP iktidarının ilk dönemlerinde Pazar yazılarım genellikle güncel siyasetin konularıyla çok ilgili olmazdı.
     Şiir, aşk, günlük yaşamın bin bir konusuna da değinirdim…
     Cumartesi  köşemde bile zaman zaman farklı konularda yazdığım olurdu.
    Fakat siyaset giderek s bütün yaşamımızı kapladı ve  yazılarımızın başlıca konusu olup çıktı…
    Aynı şey  “tweet”ler için de, hiç değilse bir zaman, böyle olacak…
    Fakat dilerim ki   bu iktidar ve  en azından başındaki kişi için sonun başlangıcı olduğuna inandığım bu süreç uzun  sürmesin  ve sadece siyaset konusunda değil başta şiir olmak üzere her konuda cıvıldaşabilelim…


Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/ 230613

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

22 Haziran 2013 Cumartesi

İKİ MEHMET ALİ

        ataolbehramoglu@gmail.com
        www.ataolbehramoglu.com.tr                                                                        
     


    Bu haftaki yazımın konusu ülkemizin onuru iki Mehmet Ali olacak.
   Teğmen Mehmet Ali Çelebi ve tiyatro sanatçısı Mehmet Ali Alabora.
    Mehmet Ali Çelebi’yi Ergenekon duruşmalarından tanıyoruz.
    Bu genç adam cep telefonuna polisçe konulduğu saptanan bir sahte kanıtla 18 Eylül 2008’de tutuklanmış, Hasdal Askeri Cezaevinde 33 ay(2 yıl 9 ay) tutuklu kaldıktan sonra 20 Mayıs 2011’de tahliye edilmişti. 17 Haziran 2013’te yaptığı savunmasıyla da yakın tarihimize ateşten ve çelikten harflerle bir not düştü…
       Başarılı sanatçılığının yanı sıra toplumsal olaylar konusunda  öncü duyarlılığı
ve  ataklılığıyla hayranlık uyandıran Mehmet Ali Alabora ise, Gezi Parkı Direnişi’ndeki etkinliği ve Tayyip Erdoğan tarafından hedef gösterilmesiyle bir kez daha ilgi odağı oldu.
       Büyük olasılıkla hiç karşılaşıp tanışmamış olan bu iki genç adam,
toplumun ilgisine de hayranlığını da fazlasıyla hak ediyor…

                                                    ***                          

     Mehmet Ali Çelebi’nin savunmasını yaptığı gün, suçlama ve yargılama kürsüsünde oturan, kimileri  onun babası yaşındaki “huku”çuların yerinde olmayı, herhalde onur ve haysiyet  sahibi hiç kimse istemez…
      Duruşma sonrasında evlerine nasıl gönül rahatlığıyla gidip nasıl huzur içinde uyuyabildiklerin anlayamıyorum ve doğrusunu isterseniz bunu yapabildiklerini de pek sanmıyorum…
       Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin, genelkurmay başkanından en genç asteğmenine kadar Türkiye Cumhuriyeti ordusunda görev yapan her subayın dikkatle okuyup kimi bölümlerini ezberlemeleri gerektiğine inandığım savunmasından,daha doğrusu makamına “ithamname”sinden örnekleri paylaşalım…
       Kendisine sanık gözüyle bakmadığını , tersine, vatanseverlik davasının savunucu olduğunu söyleyen Mehmet Ali Çelebi, suçlama ve yargı makamına yönelik olarak diyor ki:
        “Bir ihanet suçlamasını Türk subayıyla bağdaştırmak için çok komik durumlara düştünüz.Hukuku kendi cinnetlerinize göre saptırdınız, çarpıttınız, tepetaklak ettiniz. Ruhunuzu bir kez olsun adaletin kollarına atamadınız. Vasatın bataklığına öyle gömülmüşsünüz ki gerçekler bile siz tekrar ayağa kaldıramıyor.Anlaşılıyor ki hiçliğin yazgısına başkaldıramıyorsunuz!Pusulanız karanlığı gösteriyor…”
        Bu ateşten ve çelikten sözler karşısında hayranlık duymamak, muhataplarının  ise yine bu savunmadaki bir deyimle “ yalanlar ürettikleri cehennemin yedi kat dibine” gömülmemeleri olası mı?..
      
                                                                        ***                               
           Çok  sevdiğim, sanatına da kişiliğine de hayranlık duyduğum Mehmet Ali Alabora ise, annesinin ve babasının arkadaşı olarak benim de oğlum kadar yakınımdır.
       Aslında o, 68 kuşağının ve  o kuşağın en yakın ağabeyleri(ve kuşkusuz ablaları) olarak benim de aralarında  olduğum  60’lı yıllar devrimci gençliğinin günümüzdeki bir temsilcisidir.
          Deniz Gezmiş’i sinemada  canlandırmak kuşkusuz en çok ona yaraşırdı.
           Başbakan, bilmem neresinin kılı olduğunu iftiharla söyleyenlerin de  aralarında bulunduğu bir topluluk önünde,bu pırıl pırıl genç adamı hedef gösterme küçüklüğünden kendini alamadı…
          Mehmet Ali Alabora Taksim Gezi Direniş’inin öncüsüymüş…
          Eğer öyle ise, onun için paha biçilmez bir onurdur bu…
           Fakat Tayyip Erdoğan ve benzerleri anlamıyor  ya da anlamak istemiyorlar ki, böylesi olayların zaten tek bir öncüsü olmaz, olamaz.
         Bunlar birikimler  sonucunda toplumsal patlamalardır….
          Başlangıçta önderi olanları bile büyük kitlenin bir parçası olurlar…
         Mehmet Ali Alabora ülkenin yağmalanmasına karalılık ve eylemlilikle  karşı çıkan  bir çevre savaşımcısı, bir yurtseverdir ve bunun için kutlanması gerekir.
        Bunu, birilerinin kılı olmaktan onur duyanların ve kendileri için  böyle tiksindirici bir söz söylenenlerin anlaması  olanak dışıdır.

                                                     ****                       
      Mehmet Ali Çelebi ve Mehmet Ali Alabora…
     Bu iki Mehmet Ali günümüz  genç kuşaklarının iki yıldızı, geleceğimizin iki parlak temsilcisi,  ülkemizin iki genç onurudur.
        Böyle evlatları olan bir ülke geleceğe elbette umutla bakacaktır.




       Ataol Behramoğlu/220613

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

15 Haziran 2013 Cumartesi

DİRENİŞ DERSLERİ





    Yazıya başladığımda(Cuma sabahı, saat 09.00 suları) Taksim Gezi Parkı direnişi kazasız belasız devam ediyordu.
     Bunu böylece belirtiyorum, çünkü iyi saatte olsunların ne zaman ne yapacağı belli olmaz.
     Dün başbakan hazretleri göstermelik birkaç görüşmeden sonra gerçekten söyleyecek sözü olan birkaç sanatçı arkadaşın görüşme isteğini kabul buyurdu.
      Bu neredeyse gece yarısı görüşmesinde Taksim Direnişinden birkaç isim de yer aldı.
     Sonucu tam olarak anlayabilmiş değilim.
     Havada referandum, plebisit lafları uçuşuyor.
     Başbakanın beyninden neler geçtiğini bilemeyiz, fakat tahmin edebiliriz.
      Bu beynin  en karışık, dolaşık, ne yapmak istediğini bilmekle birlikte ne yapacağını bilemediği bir dönemden  geçmekte olduğunda kuşku yok…
       Ne yapmak istediği mi?
        Gezi Parkını yerle bir  ettirmek… Direnişçileri Allah yarattı demeden biber gazına boğdurtup yerlerde sürüklettirmek; okullarından, işlerinden attırmak; Ergenekon ve Balyoz türü “tertip”lerle , karşıtlarının tümünü  bir daha gün ışığı görmemek üzere zindanlara kapattırmak, vb…
       Başbakanın aklından ve duygularından geçenlerin bunlar olduğundan kuşkum yok…
       Yapabilir mi? Yapabilecek mi?
        Şimdi direniş derslerine geçelim…

       ***                                           ***                             ***
 Dindar ve kindar gençlik yerine, herkesi, belki bu gençliğin kendisini bile şaşırtan bambaşka bir gençlik çıktı ortaya…
    Kızları ve erkekleri arasında hiç bir altlık üstlük, hiçbir kompleks bulunmayan, azıcık savruk, bir hayli duygulu ve alaycı, pırıl pırıl bir çağdaş gençlik…
    İçlerinde  dindarı da dinsizi de var… Ama hiç birinin kin yok içinde… Her biri bir ötekinin kişiliğine, dünya görüşüne, yaşam anlayışına saygılı…
        Hepsinin  içinde bir çocuk yaşıyor… Yaşama sevinciyle, özgürlük duygusuyla dolular…
        Ve hemen  hepsi bir internet cambazı…
        Gezi Parkı direnişini bu gençlik yarattı…
       Ne AKP’nin, ne başındaki kişinin , bu gençliği ortadan kaldırıp, yerine kendi kafalarındaki dar çerçeveli gençliği oturtmaya ömürleri de güçleri de yetmeyecek…
       Gezi Parkı Direnişinden çıkartılması gereken ilk ders bu olsa gerek…

  ***                          ***                                  ***
 Ve genç kızlarımız… Her yaştan kadınlarımız…
  Benim gözümde bu direnişin yıldızları onlardır…
  Erkekliğinden, delikanlılığından, insanlığından utanmaksızın; maskesi, kaskı, postalları içinde bir robottan daha  zavallı bir yaratığın püskürttüğü gaz bulutları içinde, pırıl pırıl, dimdik, bir onur anıtı gibi  duran genç kadının, kadınlarımızın,kızlarımızın sergilediği eşsiz insanlık örneği, hiçbir zaman gözlerden ve akıllardan silinmeyecek…
      Bu konuda ne kadar yazılsa azdır…
      Hangi Arap baharı! İçinde neredeyse bir tek kadın bulunmayan bahar mı olur!...
      Türk kadınını,başbakanın, cumhurbaşkanının bohçalar içinde sarıp sarmalanmış kadınları olarak gören bütün dünya, ülkemizin her köşesine dalga dalga yayılan direnişin fotoğraflarında, görüntülerinde, Cumhuriyetin gerçek kadınını, genç kızını görüp tanıdı…
        Hem bu günümüzün, hem geleceğin Türkiye’si bu kadınlarımızın, genç kızlarımızın yaşama enerjisinde, gelecek umudunda, direncinde, bilincindedir…
      Bütün dünya gördü bunu… Onların ılımlı mılımlı hiçbir kalıba, kılıfa sığmayacak kimliğini…
      Gezi Parkı Direnişinden çıkarılması gereken bir başka önemli ders de bu olsa gerek…

                   ***                                   ***                                     ***
 Son olarak aydınlardan, sanatçılardan söz edeyim…
 Her meslekten aydınlar ve her alandan sanatçılar, bu direnişte küçümsenemeyecek bir birliktelik, bilinç ve gözüpeklik sergilediler, sergilemekteler…
   Bu uyanışın, yükselişin geriye dönüşü yoktur…
  Gezi Parkı Direnişi AKP ve başındaki kişi için sonun başlangıcıdır..
  Bunu görürler, görmezler, ayrı konu…
   Yıkılışlarının çabuklaşması biraz da bizlere; direncimizi, direnişimizi, kararlı duruşumuzu sürdürmemize bağlı…
      İktidarda değil muhalefette ve kararsız çevrelerde de Gezi Parkı Direnişinden gerekli dersleri çıkarıp gereğini yapmayanlar, yapamayanlar,  siyaset yaşamından da ülke yaşamından da silinip gidecektir…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/150613

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

8 Haziran 2013 Cumartesi

ÇAPULCU



    Başbakan siyaset sözlüğümüzü  Arapça’dan ve sokak Türkçesinden
sözcüklerle zenginleştirmeyi sürdürüyor.
     Bunlardan ilkini bildiğinden kuşkuluyum.  Zaten bu bir eksiklik de sayılmaz. Fakat ikincisinde, sokak ağzında epeyce idmanlı olduğunda kuşku yok. Hedefe ateş etmeyi biliyor. Ama ne yapalım ki hedef yanlış. Bu nedenle de söz mermileri “bumerang” gibi kendisine dönüyor. Tıpkı şu çapulcu  sözünde olduğu gibi…
      “Çapul”, yağma, talan demek… Çapulcu da yağmacı, talancı…
       Günlük konuşma dilinde, daha doğrusu argoda bu sözcük, değersiz, aşağılık, beş para etmez insan demektir…
       Şimdi başbakanın bu sözcükle hedeflediği kitlelerle bu kitlelerin karşında yer alanlar arasında bir karşılaştırma yapalım…
       Kim çapulcu?
        Herhangi bir zora başvurmaksızın demokratik haklarını kullanan, kadınlı erkekli, her yaştan barışçıl insanlar mı; sabahın köründe çadır basarak bu insanları gazlayıp çadırlarını yakanlar mı?
       Kim çapulcu? Simgeleşen fotoğraftaki kırmızı giysili genç kadın mı, böcek ilaçlar gibi ona burnunun dibinden hedef gözeterek gaz sıkan yaratık mı?
      Çapulcu kim? Ankara’da balerin genç kızı öldüresiye döverek kalçasını kıran alçak sürüsü mü, o genç kızımız mı?
       Rize’deki kuşatmanın görüntülerini  Halk TV’den izlemiş olanlar, olayları güya yatıştırmak için gelen belediye başkanının mütebessim çehresini; çevresindeki saldırgan,şımarık,Madımak canilerini anımsatan güruhu görmüşlerdir…
     Kim çapulcu? Bayılan genç kız ve onu ambulansa taşımaya çalışan arkadaşları mı; onları  ve ambulansın hareketini engellemek isteyen, hareket ettiğinde de  ambulansı tekmeleyen, alçak, ruhsuz, serseriler kalabalığı mı?
      Ey başbakan, kim çapulcu?
     Ülkenin yağmalanmasına canları pahasına karşı çıkan milyonlarca yurtsever mi; Taksim Gezi Parkı da içinde olmak üzere kamu zenginliklerini, ortak değerlerimizi  çapul olarak görüp yağmalamakta olan bir siyasi iktidar ve  bilinçli bilinçsiz yandaşları mı?
      Söyleyin bakalım, kimmiş  gerçek çapulcu, çapulcular?

                                                ***  
                                   
         Başbakan hizmetten  söz ediyor, hangi hizmet?
          Yol yapmak, köprü yapmak, tünel yapmak başlı başına hizmet değildir.
       İktidarınız süresince kaç tane fabrika kurdunuz?
       Polislik ve imamlık dışında kaç iş kolu yarattınız?
       Kaç işsize iş buldunuz?
       Birkaç hafta önce ilk kez gördüğüm  güzelim Bitlis kentimizde, AKP’lisi BDP’lisi başta olmak üzere ağız birliği etmişçesine  herkes, 2000 işçinin çalıştığı Tekel Fabrikasının, o işçilerle birlikte ailelerinin ve tütün ekicisi köylünün, yaklaşık on bin kişinin ekmek kapısı olan Tekel Fabrikasının kapatıldığından yakınıyorlardı.
      Döneminizde kapısına kilit vurulan,ya da özelleştirilip yerli yabancı çapulcuya  yağmalattırılan fabrikalarımızdan sadece bir tanesidir bu.
       Hangi hizmet?
       Siz kimi kandırıyor,  nereye kadar kandırmaya devam edebileceğinizi sanıyorsunuz?

                                               ***
    Bu haftaki yazı için tasarladığım ilk başlık “Türkiye’yi Bir Akıl Hastası  mı Yönetiyor?” olacaktı…
        Kuşkusuz ki hakaret amaçlı bir söz değil, bir kaygının dile getirilmesidir bu..
        Nitekim son günlerde, başbakanın psikolojik sorunları olabileceğine ilişkin kaygılara, sorulara, köşe yazılarında, hemen her yerde rastlanır oldu…
        Akıl hastası, ya da değil…
         Çapulcu, ya da neyse ne…
   Bir ülkenin yarısını öteki yarısına karşı kışkırtan kişinin ya tedavi altına alınması, ya bu sözleri için suç duyurusunda bulunmak gerekir…
     Büyük çapula ortak olanlara söyleyecek sözüm olamaz …  Fakat hangi partinin yandaşı, hangi inanıştan  olurlarsa olsunlar, herkesin, bütün kurumların ve yurttaşların bu yönde yapması gereken bir şey mutlaka olmalıdır…
        Suskunluk, suç ortaklığı demektir…
        Kendi payıma ben, bu yazı bir suç duyurusu olarak görülecek olursa, bir TC yurttaşı ve başbakanın  hedef gösterdiği öteki yüzde elliden biri olarak mahkemeye gelmeye  hazırım…
        Hodri meydan,Tayyip Erdoğan!..



Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/080613

1 Haziran 2013 Cumartesi

DİNCİ FAŞİZMİN ŞİFRELERİ ÇÖZÜLÜRKEN




      Olabilecekler  bazılarımız için en başından, diktatör taslağının belediye başkanlığı döneminden belliydi…
      Fakat artık taslak  tamamlanıyor, herkesin görebileceği bir açıklıkla gerçek kimliğine bürünüyor.
       Dinci faşizm olanca açıklığıyla gözler önüne seriliyor…

              ***                              ***                         ***

    Önce şu dinci faşizm kavramı üzerinde duralım…
    Bilimsel olmayan herhangi bir düşünce yöneticilik tasladığında kaçınılmaz  olarak faşizme dönüşür.
      Din böyle bir şeydir.
      Kişisel inanç olarak kaldığı sürece sadece kişiyi bağlar.
      Toplumu yönetmeye kalktığında adı faşizmdir.
       Çünkü soru sorulması, kuşku duyulması yasaktır.
        Tartışmaya, eleştiriye, irdelenmeye kapalıdır.
        Kanıta gereksinimi yoktur. Kanıt kendisidir.
        Ülkemiz her geçen gün değil her geçen an, dinci faşizmin mengenesinde biraz daha sıkıştırılmaktadır.
          Nereye kadar?
          Erich Fromm’dan bir çıkarsamayla yanıtlayalım:
          Boğulana ya da isyan edene kadar…

          ***                                        ***                            ***
   Alkol yasağından önceki büyük adım eğitimin dinselleştirilmesiydi.
    Okul öncesi çağındaki çocuklara, merak etmeyi, soru sormayı, doğa sevgisini, araştırma duygusunu, ana dilin tatlarını duyumsatıp öğretmeden önce, taptaze beyinleri herhangi bir dinsel inancın doğmalarıyla doldurup karartmak, o çocuklara ve ülkeye yapılabilecek en büyük kötülüktür.
      Dinci diktatörlük, yargının ve karşı çıkmayan herkesin suç ortaklığıyla, bunu yapmayı başardı…
      Alkol yasağı, bunu izleyen ikinci bir adımdır.
      Alkol yasaklanmadı ki, satılmasına sınır getirildi diyecek sığ akıllar olabilir.
      Bu gibiler herhalde evlerde de içki içilip içilmediğini denetleyecek ahlâk polisleri gündeme gelinceye kadar uykularına devam edecek, belki de hiçbir zaman uyanmayacaklardır…
          Birkaç gün önce, yanılmıyorsam Kemal Okuyan’ın Sol’daki köşesinde okumuştum.
          Oralarda yaşayanlar ya da gezip görenler biliyor, ülkemizin bir çok yöresinde alkol zaten yasa olmadan da yasaklanmış gibiydi…
        K. Okuyan çok doğru olarak, yasağın daha çok sahil kentlerini, turizme açık bölgeleri, İstanbul’u, İzmir’i hedeflediğini saptıyor…
        Bu yöreler, İstanbul, İzmir, dinci faşizmin yasa adı altındaki yasaklarına boyun eğecek mi?
      Yine boğulmak ve isyan etmek ikilemi karşısındayız…
       İnsan haklarına, ülke çıkarlarına aykırı bir yasa, hukuksal değer taşıyabilir  mi?
       Ülke yönetiminde  dinin gereklerini yerine getiriyorum diyen adam, günümüzün dünyasında ve Türkiye’sinde yasa koyucu kimliği taşıyabilir mi?
      Kafatasının içinde ortaçağ beyni taşıyan kişi, daha ne kadar süre hüküm sürmeye devam edecek?..

                     ***                                ***                             ***
     Bugünkü siyasal iktidara yöneltilen başlıca  eleştirilerden biri de, iktidarları süresince tek bir fabrika kurmadıkları, olanları da satıp savdıkları,elden çıkardıklarıydı…
      Bu konuya da Ali Sirmen Cumhuriyet’teki harika yazısıyla açıklık getiriyor:
       “….hızla dini totalitarizme doğru yol alan Erdoğan diktası, ekonomik olarak üretime dayanmamakta, bu değirmenin suyu üretimden değil, yağmadan, talandan gelmektedir..”( “Diktanın Tabanı İstanbul’un Talanı”       , 30 Mayıs 2013).
           Yazının bütününde,  reddedilemeyecek bir açıklıkla, küresel kapitalizmin egemenleri ve içerideki işbirlikçilerince, ülkenin nasıl yağmalanıp talan edildiği, gecekondularda yoğunlaşmış kitlelerin de bu yağma ve talandan nasıl nasiplendikleri gözler önüne seriliyor…

                   ***                                ***                              ***
       AKP yönetiminin, başındaki diktatörün, dinci faşizmin çözülmedik hiçbir şifresinin kalmadığı rahatlıkla söylenebilir.
        Muhalefetteki siyasi  partilerden MHP keskin söylemlerine rağmen en kritik  anlarda AKP destekçiliğini sürdürmekteyken ve belli ki sürdürecekken,
BDP ve Kürt muhalefeti ırkçılığa ve kısır bir ulusçuluğa sıkışmış olarak dinci faşizmin yanında yer alıyor…
        Umudumuz CHP’nin iç tıkanıklığını aşması; solundaki siyasi partilerle, yükselmekte olan kitle hareketleriyle, emekçilerin ve gençliğin enerjisiyle
açık yürekli, gerçekçi eylem birliğini sağlayarak, söylemde ve eylemde asla geri adım atmaksızın, uzlaşmacı ve korkak davranmaksızın, ülkemizi içinde boğulmakta olduğu  pislikten, bataklıktan çıkarmasıdır…
      Ben bu konuda umutlu olanlardanım…



Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/310513

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..