30 Mart 2013 Cumartesi

BARIŞ






   Barıştan söz etmek için savaşan(en azından) iki taraf olması gerekiyor.
   Türkiye’de savaşan Türk ve Kürt halkları mıydı?
    Söz konusu olan, bir Türk-Kürt savaşı mıydı? Ya da, öyle midir?
    Benim gördüğüm bu değil.
    Benim gördüğüm,  hangi etnik kökenden olurlarsa olsunlar, bu ülkede yaşamakta olan insanların sorunlarının etnik aidiyetlere ilişkin olanlardan çok önce, sınıfsal, toplumsal, ekonomiye ilişkin sorunlar olduğudur.
    Halk insanları öncelikle, çoluk çocuğunu geçindirmek, çocuklarına bir meslek kazandırmak, kendinin ve çocuklarını geleceğini güvenceye almak derdindedir.
   Benim gördüğüm, parçalanan Yugoslavya’daki, İrlanda’daki, Cezayir’deki gibi bir savaş değil, başka bir şeydir.
      Savaşın adını koyamazsak, barış konusunda söyleyeceklerimiz de sağlıklı bir temele oturamaz.

            ***                                       ***                               ***

      Benim inancım, Türkiye’nin bir ulus devlet olduğudur.
      Ulus devlet olmanın iki temel koşulundan biri ulusal ekonomi, ötekisi dildir.
       Din değil, dil.
        Her toplumda, farklı dinsel inançlar,mezhep ayrılıkları, herhangi bir dinsel inancı bulunmayan kişiler vardır.
        Din, çağdaş,  laik bir ulus devletin yurttaşlarını birleştiren harç olamaz.
        Etnik aidiyetler için de aynı şey geçerlidir.
        Ulus devletler farklı etnik aidiyetlerin  sentezidir.
        Birleştirici unsurlar, merkezlerden toplumun kılcal damarlarına kadar ulaşan ulusal ekonomi ve bütün toplumun ortak dili olan ulusal dildir.
        Bunlar da yasalarla, genelgelerle, zorlamalarla dayatılamaz. Hayatın, toplumsal gelişimlerin, gerçeklerin, gereksinimlerin zorunlu, kaçınılmaz sonuçlarıdır…
       Her ulus devletin oluşumunun kendi hikâyesi, tarihi, sorunları, eksikleri vardır…Bu, bizimki için de böyledir… 
        Yeni kuşaklar, hepimiz, bütün bir toplum, bu tarihi doğru olarak biliyor muyuz?
      Yoksa mirasyediler olarak hazıra mı konduk?
       Üzerinde düşünülmesi gereken sorular…


                    ***                           ***                 ***
       
    Barıştan söz edildiğine göre, savaşan en azından iki taraf olması gerekir dedik…
      Görünen, Türkiye ordusu ile PKK adlı  örgütün savaştığı, iki tarafın da ağır kayıplar verdiğiydi…
      Ben bu savaşın iki halk, iki etnik aidiyet arasında değil, bir Türk-Kürt savaşı değil, üstelik eşit olmayan(bir tarafta büyük bir ülkenin yüz binlerce kişilik silahlı gücü, öteki tarafta beş bin kişilik olduğu söylenen bir gerilla) iki silahlı güç arasındaki çatışma olduğunu düşünmeyi sürdürüyorum…
      Halklar arasındaki savaş böyle olmaz…
       Türkiye’de savaşan, çok şükür, bütün yaşananlara ve kışkırtmalara karşın, Türk ve Kürt diye adlandırılan iki halk değil, bir anlamda profesyonel iki silahlı harekettir…
      “Adlandırılan” diyorum… Çünkü ben, çağımızı etnik aidiyetlerin değil, dinlerin hiç değil, ulusal kültürlerin, ulusal birliklerin, onun da ötesinde evrensel değerlerin belirlediğini düşünmeyi, bu “geri kafalılığı”mı  sürdürüyorum…

          ***                             ***                             ***

    Evrensel değerlerin başında da düşünce özgürlüğü, özgür insan olma bilinci ve emeğin hakları için sömürüye karşı savaşım geliyor…
     Buna kısaca, sosyalizm için savaşım da diyoruz…
      Ülkemize ve coğrafyamıza dayatılan ise, ulusal birlikteliklerin  ve sosyalizm için savaşımın rafa kaldırılarak, çağ dışı ilan edilerek., ülkelerin etnik ve dinsel
kışkırtmalarla bölünüp parçalanması; barış içinde yaşamaya yatkın farklı din,mezhep ve etnik aidiyetten halkların birbirine boğazlatılması ve bu arada emperyalizmin bölgeyi ve bütün dünyayı bir kan denizinde boğarak sömürgeleştirmesi hedefine adım adım yaklaşılmasıdır…
      Ateşkese elbette sevinelim ama yaşanmakta olan süreci bir de böyle okumayı deneyelim…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/300313


Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

23 Mart 2013 Cumartesi

CELLAT HUKUKU




    Özenilecek bir yanı olmasa da cellatlık da bir meslek olduğuna göre bir hukuku olsa gerek.
    Bilinen en eski yöntemlerden biri, bizde de kullanıla gelen, bu gün de bazı ülkelerde yürürlükte olan, sehpada insan yaşamına sehpada son verilmesidir.
    Yanı sıra akla giyotin geliyor. Fransa’da idam cezası yürürlükte olsa, herhalde yine giyotin kullanılırdı.
     Amerika’da elektrikli sandalye hâlâ kullanılmakta mı, yoksa şırıngayla damardan öldürücü sıvı verilerek mi bu iş hallediliyor?
     Çin’de nasıldır bilmem.
      Ruslar sanırım kurşuna diziyorlar.
      Suudi Arabistan’da, giyotinin kol kuvvetine dayalı doğal biçimi olarak, yine sanırım “İslamî” yöntem sayılarak, kılıçla kafa kesiliyor.
      Nitekim Suriye İslamcı Özgürlük  ordusu denilen  cellatlar da bu yöntemi uygulamaktalar.
        Bizde Hizbullah, kurbanlarını domuz bağı denilen bir tarzda bağlayıp canlı canlı gömerek “infaz” ediyordu…
       Cellat hukuku derken,nerelere geldik… Konumuza dönelim…
        Bir kamu görevlisi olarak celladın da maaşı, neye göre saptandığını bilemesem de herhalde primi ve kuşkusuz emekli olma hakkı,bir emeklilik maaşı vardır…
      Ülkemizde, arada bir dile getiriliyor olsa da,  kamusal bir  görev olarak bu meslek çok şükür ortadan kalktı…
       Fakat kötü ünü ürkütücülüğünü  sürdürüyor…

       ***                                      ***                           -***

     Kamu görevlisi olarak celladın, vicdanla bir sorunu olabilir mi?
     Kendisine böyle bir  soru sorulsa, her halde,  ‘ben mesleğimin gereğini yerine getiriyorum’ diyecektir.
     Peki, diyelim ki günün birinde bir idam kararını yerine getirecek tek bir insan bulunamayacak olsa, ne olacak?
    İnfazı, savcılar, yargıçlar mı gerçekleştirecek?
    Soruyu sorduğum anda saçmalığını da görüyorum…
     Kimsenin cellat olmayı kabul etmeyeceği bir toplumda, zaten cellada da gerek kalmamış demektir…
 ***                              ***                    ***

   Usa vurmayı, bu kez tam tersinden sürdürmeyi deneyelim…
  Ya cellat aynı zamanda hem savcı,hem yargıçsa…
  Cezayı isteyen, hükmü veren, infazı gerçekleştiren aynı kişiyse?
   Savcı ve yargıç, cellat gibi davranıyor, celladı aratmayacak biçimde ceza isteyip hüküm  veriyor, cellatlık işlevini cellada gerek kalmaksızın yerine getiriyorsa?
  O zaman buna ne diyecek, vicdanla ilgili soruyu nasıl yanıtlayacak, böyle bir durumu hukuk kavramı bakımından nasıl adlandıracağız?
     Cellat hukuku olarak mı?..

      ***                     ***                             ***
  Bunları okuduğunuzda birçoğunuzun aklından hangi dava adlarının, hükümlerin, cezalandırma taleplerinin geçtiğini   tahmin ediyorum…
    Acaba neden?
    Sorunun çok  açık olan yanıtını, edebiyatın diliyle  vermeye çalışalım…
    Bu sütunda büyük bir halk ozanımızın aşağıdaki iki dizesinden esinlenerek yazdığım bir şiirim yayınlanmıştı:
      “Yedikleri yoksul eti/İçtikleri kan olmuştur
     Bu iki dizenin üzerine, şiire giriş olarak yazdığım dizeler  şöyleydi:       
      “Kıran vurdu memleketi/Zalimler hakan olmuştur…”
    Birkaç gündür, “zalimler” sözünü zihnimden “cellatlar” diye geçirdiğimi fark ettim…
      Halk ozanımızın  dizelerindeki “yoksul eti” sözü ise, bazı kaynaklarda “insan eti” olarak geçer…
     Şimdi ilk kıtayı bu biçimiyle okuyalım:
     “Kıran vurdu memleketi/Cellatlar hakan olmuştur/Yedikleri insan eti/İçtikleri kan olmuştur”
        Mademki başladık, bir çoğunuzun zaten okumuş olduğunu tahmin ettiğim  söz konusu  şiirimin   son kıtasını da birlikte anımsayalım:
           “Sesime kulak ver gülüm/Tutsaklığa yeğdir ölüm/Nerde varsa böyle zulüm/Çaresi isyan olmuştur”…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/230313 

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..     

20 Mart 2013 Çarşamba

ANKARA’DA BEHRAMOĞLU DİNLETİLERİ






     Ataol Behramoğlu Ethos Uluslar arası Tiyatro Festivali kapsamında
22 Mart Cuma günü saat 13.00’te DTCF Farabi salonunda okurlarıyla buluşacak.
    Müzisyen Haluk Çetin’in de şairin dizelerinden yapılan şarkılarla yer alacağı dinletide Behramoğlu’na Festival yönetimince bir Onur Ödülü plaketi sunulacak.
    Aynı gün saat 17.00’de Ankara TED kolejinde Behramoğlu ve Çetin bir dinleti daha sunacak.
    23 Mart Cumartesi günü 15.30’da ise yine Ankara’da, bu kez LOSEV yararına Ataol Behramoğlu’nun “Bir Çocuğa Layık Olmak” başlığı ile şiir dinletisi izlenebilecek

17 Mart 2013 Pazar

TEBRİKLER BUKET!..




     Kısa süre önce sanırım “Sol”da, değerli yazarımız Buket Uzuner’in THY’ye karşı açtığı bir davayı kazandığı haberi vardı. Gözünüzden kaçmış olabilir. Özetliyorum:
     Adının başında şimdilik Türk sözü bulunan Türk Hava Yolları’nın “Skylife” dergisi, Haziran 2009 sayısı için Buket Uzuner’den İstanbul’un Moda semtini anlatan bir yazı rica etmiş…
     “Anadolu Yakasında Bir İstanbul Klasiği:Moda” başlıklı yazı, dergi yönetimince aşağıdaki paragraf çıkarılarak yayınlanmış:
        “Bir Modalı olarak, İstanbul’un daima gurur duyduğum binlerce yıllık hoşgörü iklimine hiç ama hiç yakışmayacak biçimde, bu muhteşem iskeledeki kafede İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bir yıldır alkollü içki yasağı uyguladığını üzülerek belirtmek isterim. Yemek içmekten söz edilince, Moda’yla adı özdeşleşen Koço Restoran’ı mutlaka anmak gerekir. Çünkü Koço’suz Moda eksik kalır...”
          Şimdi bu paragrafta THY’yi rahatsız eden ne var diyeceksiniz…
          THY yönetimine “yazımı neden sansürlediniz” sorusunu ileten Uzuner, sansürün “alkolle ilgili” olduğu yanıtını almış…
        THY’ye karşı “Ankara Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi”ne dava açan yazar, yayının durdurulmasını, derginin toplatılarak imhasını, yeni yazıda yazının tamamının yayınlanmasını ve kendisine  2 TL manevi tazminat ödenmesini talep etmiş…
        Burada azıcık duralım…

                 ***                             ***                  ***
    “Skylife”, (b azı İngilizce çevirilerinin başarısından kimi kez kuşkuya düşsem de) genellikle  beğendiğim bir dergidir.
     Dergi(bu demektir ki THY) yöneticilerine benim de öncelikle şöyle bir sorum var:
      Adınız Türkçe olamaz mıydı? Diyelim ki “Gökyaşam”. Altına da tırnak içinde İngilizcesini koyardınız … Bir soru ve gerçekleşmeyeceğini bilmeme karşın bir öneri sadece…
           Gelelim sansürünüze…
           Böyle bir kafayla sizi nasıl uluslar arası bir hava yolu olabilirsiniz?
           Fakat “apron”da deve kurban etmekten çalışanlarınıza karşı yasa tanımaz tutumunuza, son olarak da  bir çok hattınızda  alkollü içki sunumun kaldırılmasına ve hostes giyim kuşamları konusundaki  acınası  soytarılığa baktığımızda, sansürcülüğünüze de şaşırmamak gerekir.
     Bu sansürü Uzuner’in açtığı dava sayesinde öğreniyoruz. Bunun  bu dergide yayınlanan yazılara uygulanan ilk sansür  olduğunu da  hiç sanmam.

                 ***                           ***          ***
   
     THY avukatları,  çıkartılan bölümünün ülke imajına zarar verebileceği iddiasıyla davanın reddini isteyip  Koço restoranla ilgili bölümün de ‘reklam’ gerekçesiyle çıkartıldığını savunmuşlar…
       Yaklaşık dört yıl sonra gelen Mahkeme kararı ve Yargıtay onaması, “sansür”ün ve bu savunmanın yüzüne tokat gibi çarpıyor…
       Hukuk dilini elden geldiğince konuşma diline çevirerek özetlersem:
      ‘ Söz konusu yazının  Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında yazınsal yapıt olduğu kuşkusuzdur. Yapıt üzerinde her türlü işlem yapma hakkı yazarındır ve ancak onun izniyle yapılabilir…’
        Bu saptamayı yapan mahkeme, derginin  ilgili sayısının  toplatılarak imhasına, THY internet sitesinden çıkartılmasına, 2 lira manevi tazminat ile 3 bin lira avukatlık ücretinin tahsiline, yazının tamamının  karar kesinleştikten  sonraki 3 ay içinde yayınlanmasına karar veriyor…,

                ***                            ***              ***
    Ne yaptın Buket!... Şimdi ülkemizin imajı ne olacak!... Şaka bir yana, tebrikler Buket!.. Seni, avukatın Abdullah Egeli’yi,  sansürü ve sansürcüyü mahkûm eden yargı kurumlarını kutluyorum…
       “Ülkemizin imajı” nı bozmak bir yana katleden, sürüsüne bereket çağ dışı yaratıklar, bu karardan ders alırlar mı dersiniz?
       En azından “Skylife” yönetiminin, elini ateşe sokmakta biraz daha sakıngan davranacağını tahmin ederim…

  Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/170313

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

TAPDK…




    Bir arada bulunmalarına herhalde bir anlam veremediğiniz bu beş harflik sözcüğü ya da harf birlikteliğini, sizler de benim gibi “tapmak” fiiline yakın bularak “tapdık” filan gibi okuma eğiliminde olmalısınız…
     Tapdık ya da taptık, her ne ise… Eninde sonunda tapmakla ilgili bir şey. ..
    Zaten öğrenmek, anlamak, bilmek, soru sormak, eleştirmek, irdelemek…kavramlarının hepsinin birden yerini “tapmak” a “biat etmek”e bıraktığı ;özgür yurttaş olmanın yerini giderek itaatkâr kul olmanın aldığı günümüz Türkiye’sinde, böyle bir okuma eğilimi çok doğal sayılmalıdır…
     Gelelim “Tapdk”ın ne olduğuna:
      Meğer, Tütün ve Alkol Piyasasını Düzenleme Kurumu’nun kısa adıymış…
      Diyeceksiniz ki bundan bize ne…
       Konuyla ilgili ve bu yazıya konu oluşturan haber dikkatli okurun gözünden kaçmamış olabilir…
        Fakat, Tapdk’tan söz açmamın Edip Cansever şiiriyle ilgili olduğunu öğrendiğinizde sanırım çoğunuz daha da şaşıracaksınız…
     Evet..sözü daha fazla uzatmadan açıklayayım…
     Sevgili şairimizin “Masa da Masaymış Ha” adlı harika şiirinin  aşağıdaki dizelerinin  lise 4.lerde okutulan bir ders kitabından Milli Eğitim Bakanlığı marifetiyle çıkartıldığını biliyor olmalısınız:
“Bir bira  içmek istiyordu kaç gündür/Masaya biranın dökülüşünü koydu…”
      Bu sansürün nedeni ise, meğer işte bu “Tapdk”ın görevlerini düzenleyen bilmem kaç numaralı  kanundaki “tütün ve alkol tüketiminden kaynaklanan kamusal, toplumsal ya da tıbbi nitelikteki her türlü zararlı etkileri önleyecek düzenlemeleri yapmak ve bunlarla ilgili kararları almak” hükmü imiş…
      Bu dizeleri okuyan lise öğrencisinin canı bira çekebilirmiş…
(Bkz. konuyla ilgili gazete haberleri.)
     İnsan bu satırları okuduğunda bir an başını iki avucunun arasına alarak, acaba aklım yerinde duruyor mu, yanlış mı okudum, çıldırmış olabilir miyim diye kendini yoklama  gereksinimi duyabiliyor…
   
               ***                        ***                           ***
  Yunus Emre’den başlanarak  Edip Cansever’e , geçenlerde bir şiiri sansürlenen Melih Cevdet Anday’a, son olarak Cahit Külebi’ye, başkaca çağdaş şairlerimize gelindi…
     Eskiden sadece “komünist” şairler sansürlenir, ya da zaten bu gibi kitaplarda yer almaları söz konusu olamazdı…
      Şimdi durum değişti…  Ders kitaplarının bu bakımdan sanki daha “demokrat” bir görünümü var… Lütfedip Nâzım Hikmet bile bu kitaplara alınabiliyor…Fakat sansürcünün keyfine göre kesilip biçilerek; biyografisi, edebiyat tarihindeki yeri güdükleştirilerek…
Öyle ki, keşke hiç bu kitapta yer almasaydı dedirtilerek…
      “Tapdk” konusuna gelince… Bu konuda akla uygun herhangi bir söz söyleme olanağı bulunabilir mi?..
      Bence şimdi sıra sansürcünün eline makası alarak sadece ders kitaplarını değil edebiyata ilişkin ne kadar kitap varsa hepsini,bütün dergi koleksiyonlarını, konuyla ilgili bütün yayınları taraması; TV filmlerinde yapıldığı gibi sigara ve içkiye ilişkin söz ve  görüntülerini bir biçimde ortada kaldırması ve bu arada her türlü “erotizm” kırıntısını da yok etmesidir…
       Kimileri herhalde şiir ve Edip Cansever ve hiç kuşkusuz bira(ne birası, her türlü alkol) sever Yetmez Ama Evet’çi, gizli ya da açık AKP kuyrukçusu, liberal, eski sol  ya da kendini hâlâ solda sanan birileri,  bu konuda acaba ne düşünüyor olabilirler?..
     Nevizade’de, Asmalı Mesçit’te(benim bu konuda kültürüm burada biter), Bodrum’da, ne bileyim, başkaca keyif mekânlarında “Tapdk”ın
kamu için zararlı gördüğü  maddeleri edebiyat, şiir vb. sohbetleri eşliğinde yuvarlarken, içtikleri her ne ise,  boğazlarına  biraz olsun takılıyor mu dersiniz?..


Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/0303113

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

16 Mart 2013 Cumartesi

CHAVEZ ÖRNEĞİ




    Hugo Chavez Sovyetler Birliğinin dağılmasını izleyen süreçte sosyalizmin artık tarihe karıştığının, devrimci savaşımların da
1960’ların romantik bir ideali olarak bir tek Küba örneği ile  nostaljik bir simge olarak kaldığının inandırılmaya çalışıldığı  bir dönemde, bunun hiç de böyle  olmadığını, sosyalizmin de devrimin de her zamanki gibi yaşamsal gerçekler olduğunu kanıtladı.
       Kuşkusuz her çağın, her dönemin, her ülkenin gerçekleri farklıdır.
       Çavez dünya siyaset sahnesine alışılmış bir romantik devrimci kahraman olarak çıkmadı.
        Küba devriminin savaş alanında can veren büyük öncüsü, büyük şair Jose Marti’ye, onun yüz yıl sonraki öğrencileri Guevara ya, Castro’ya benzemiyordu.
       Kendi ülkesinin ve kuşkusuz bütün Güney Amerika’nın devrimci önderi  Simon Bolivar’ın 19.yüzyıla özgü Byron kahramanı görünümünden de  yoksundu.
        Yaşamıyla,  görünümüyle, günümüzün bir insanı, sıradan bir yurttaş gibiydi.
        Sanıyorum  başarısı da tam burada, günümüzün insanı olmasındadır.
        Hugo Çavez, Marti’nin, Bolivar’ın izinde, Küba devriminden kuşkusuz ki esinlenerek, devrimi ve sosyalizmi ülkesi Venezuela’nın  gerçekliğiyle buluşturmayı başardı.

                 ***                               ***                             ***
      Eylemi ve kişiliği üzerine düşünürken, belki bütün devrimci önderlerin ortak  nitelikleri olan ya da olması gereken iki temel özellik dikkatimi çekiyor: Gözü peklik ve gerçekçilik.
        Gerçekçilikle denetlenmeyen gözü pekliğin çoğu kez felakete yol açtığı bilinir.
        Gözü peklikten yoksun gerçekçilik de yine çoğu kez korkaklığın,  eylemden kaçmanın kılıfıdır.
         Hugo Chavez’in kişiliği ve eylemi, bu iki özelliğin seçkin birlikteliğini örnekliyor.

                 ***                      ***                         ***

    Önderi olduğu Bolivarcı Devrimci Hareket  1992’de başarısız bir darbe girişiminde bulunmuş.
     Bu darbe girişimi başarı kazansa, sonuç ne olabilirdi?
      Chavez hiç kuşkusuz, sonradan gerçekleştireceği toprak reformu ve kamusallaştırmalar için kolları sıvayacaktı.
        Karşısına çıkacak engelleri Bolivarcı Devrimci Hareketi oluşturan  subaylar topluluğuyla aşabilecek miydi, bunu kestirebilmek kolay değil…
      İlginç olan, iki yıllık cezaevi yaşantısından sonra bu kez seçimlere yönelmesidir.
      Bundan sonraki siyasal yaşamının belirgin özelliği ise,  son nefesini verdiği 4 Mart 2013’e kadar, attığı her adımda halkıyla birlikte olması, devrimci eylemlerini halkın desteğini alarak, halkla birlikte gerçekleştirmesidir.
       Hapishane sonrasında bu kez Beşinci Cumhuriyet Hareketini kuruyor ve 1998’de devlet başkanı seçiliyor.
      Tarihte, darbe girişimindeki başarısızlıktan sonra girişim liderinin seçimle iktidar olmasının örneği ya çok az, ya da hiç yoktur.
     2000’de bir kez daha başkan seçildikten sonra, halk temsilcileri ve işçilerce yönetilen kooperatifler, örgütler kurması, başarısının temelini ve sürekliliğini sağlayan temel etkenlerden olmalı.
      Nitekim 2002’de Chavez yönetimine karşı yapılan darbe halk yığınlarının karşı koymasıyla  ancak iki gün dayanabiliyor…
      2006’da üçüncü kez, 2012’de oyların yüzde elliden fazlasını alarak dördüncü kez devlet başkanı seçilen Chavez, halk kitlelerinin kalbini kazanarak, gücünü halkın örgütlenmesinden alarak girdiği seçimleri kazanmanın, yanı başındaki büyük emperyalist güce karşın ulusal ve sosyalist bir devrim gerçekleştirmenin(daha farklı bir deneyim olan Küba’yla birlikte) eşsiz örneğidir.

                      ***                        ***                   ***
    Devrimler kopya edilemez. Fakat onlar  örnek alınır. Chavez örneğinden çıkarılacak ders, devrimci önderin gözü pek  ve aynı ölçüde gerçekçi olması ve eylemlerini  emekçi halk kitlelerinin  örgütlü gücüyle  temellendirmesidir.


Ataol Behramoğlu/160313

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

9 Mart 2013 Cumartesi

İKİ KENTİMİZDEN İZLENİMLER




      6 Şubat Çarşamba günü Atakum Belediyesi’nin konuğu olarak Samsun’daydım.
     Aynı gün akşamüstü “Avangard Sanat Merkezi”nin küçük salonunda Haluk Çetin’le dinletimizi sunduk.
     Salon dediğime bakmayın. İki katlı bir binanın iki bölmeden oluşan, avuç içi oylumundaki  bodrum ya da giriş katı, oturma düzeni sağlanarak bir çeşit  salona dönüştürülmüş.
       Sobalarla ısıtılan Merkez’in kendisi de avuç içinden daha büyük
 değildi.
       Ama orada kocaman bir yürek çarpıyordu…
        Çeşitli sanat etkinliklerinin yapıldığı, resimden müziğe sanat dersleri verilen Avangard Sanat Merkezinin yaratıcısı, resim öğretmeni  Fatih Küçük’ten söz ediyorum.
      Fatih Küçük, kent kent dolaşarak genellikle okul duvarları resimliyor ve kazancıyla Kültür Merkezi’ni yaşatıyor…
       Onu dinlerken, yaşamdan para pul anlamında hiçbir beklentisi olmadığı  gözle görülebilen bu   genç adam  karşısında hayranlık ve şaşkınlık karışımı duygular hissediyorsunuz.
        İzleyicilerimiz genellikle orta yaşlardan, Atatürkçü Düşünce Derneği üye ve yandaşlarıyla  Samsun’lu şiir severlerdi…
       Karadeniz coğrafyasının tam  ortasında, Doğu ve Batı Karadeniz’i birbirine bağlayan bir köprü kent konumundaki Samsun, bu özgün konumun ne ölçüde farkında, bilemem…
       Büyük Şehir ve Atakum Belediyelerinin ciddi çabalarına ve katkılarına karşın,  yerleşim ve mimari bakımından kişiliğini pek bulamamış, dağınık  bir kent olarak göründü bana…
         ADD Başkanı Birol Yelekin’le, bu yıl 19 Mayıs’ta Samsun’da Sanatçılar Girişimi’nin katkısıyla bir etkinlik düzenlenebileceği konusunda  görüş birliğine vardık.
      Samsun Cumhuriyetimizin  gözbebeği kentlerindendir ve eşsiz hatıralarıyla her zaman öyle  kalacak…

          ***                                         ***                              ***
 2 Mart akşamı Ankara Halk Tiyatrosu salonundaki dinletimiz bu tiyatronun kurucusu Erkan Yücel anısınaydı…
       Dinletilerimizin pek çoğunda olduğu gibi burada da çoğunluğu aydınlık yüzlü, duygulu, akıllı, yürekli kadınlarımız, genç kızlarımız oluşturuyordu…
       Fakat bu yazıda söz  edeceğim ikinci kentimiz Niğde olacak…
       Aynı günün gecesi, Niğde’den gelen arkadaşlar ertesi günkü dinletimiz için yaklaşık dört saatlik bir yolculukla bizi bu kentimize ulaştırdılar…
       Niğde’ye ilk yolculuğumuzu anlattığım “Niğde’de Işığın ve Gölgenin Mucizesi” başlıklı yazım 3 Temmuz 1996 tarihini taşıyor.
      İlk dinletilerimizden biri için gitmiştik.
       17 yıl sonra ikinci kez gitmiş oluyoruz…
      İlk yolculukta CHP’li  Belediye Başkanı Ahmet Oğuz Özmen’in ve ADD’nin konuğuyduk.
      Bu kez Belediye AKP’li.
      Bu dinletimizde ev sahiplerimiz Ulusal Kanal Gönüllüleri ve yine Atatürkçü Düşünce Derneğiydi.
      “Niğde Ulusal Gönüllüler Kahvaltısı”nda, büyük ve yeni bir otelin herhalde düğünlerin de yapıldığı geniş salonu, iğne atılsa yere düşmeyecek bir yoğunlukta, yüzlerce ulusal kanal gönüllüsü ve ilerici, yurtsever izleyicilerle doluydu…
       Benim de konuşmacılarından olduğum “Türkiye Çözümünü Arıyor” başlıklı programdan sonra dinletimizi gerçekleştirdik…
     “Yurdu Teninde Duymak” adlı kitabımda ilk Niğde yolculuğumuzu anlattığım yazıya  göz gezdirdim…
        Niğde Üniversitesinde yaklaşık on bin öğrencinin öğrenim gördüğünü yazmışım.
          Bu sayı şimdi yirmi bin…
           Niğde merkezinin o sırada  50 ile 70 bin arasında değiştiğini not ettiğim nüfusu, 2011 sayımına göre bile yine neredeyse bu sayının iki katına yükselmiş.
         İlk yazımda, okuma yazma bilenlerin oranının bu nüfusun yüzde doksan dokuzu olduğu yazılı…
         Mimarisinden çok etkilendiğim  Alaaddin Camisini bu kez görme fırsatım olmadı.
          Fakat dikkatimi çeken,  ortalamanın çok üstünde bu aydın kentimizde,  belki birkaç otel dışında, tek bir yudum alkollü içki içilebilecek bir mekânın bulunmayışıydı.
      Bu türlü mekânlar kent dışına sürülmüş…
      1990’larda yapımı başlatılıp durdurulan Kültür Merkezi ne durumda?
      Niğde’de sinema, tiyatro, halk kitaplıkları, gerçek anlamda kitapevleri var mı?
      İki kentimizden de, ülkemizin büyük birikimlerini, fakat aşılması gereken engellerin de büyüklüğünü görerek ayrıldım…



    Ataol Behramoğlu/ Cumartesi Yazıları/090313

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

1 Mart 2013 Cuma

ADALET ZULMÜN TEMELİDİR






     Yeni bir şey söylemiş olmadığımı biliyorum.
      Çünkü artık ülkemizde adaletin mülkün temeli olduğuna inanan birilerinin kaldığını pek sanmıyorum.
      Buradaki “mülk” kavramı, ülke, ülkeye ve devlete  ait olan her şey  demektir…
       Adalet kuşkusuz bütün bunların temeli, güvencesi olmalı.
       Bizde her şey gibi bu kavram da tersine döndü,
        Türkiye’de adalet artık zulmün temelidir.

       ***                            ***                                    ***

     Sondan başlayalım…
      Bingöl’de 19 yaşındaki lise öğrencisi Gülsüm Koç’u,  gizli tanıklık  denilen ahlâksız uygulamaya dayanarak ve söz konusu  suçta (polis aracına silahlı saldırı)  ölüm olayı yokken, ömür boyu hapse mahkûm eden yargıç acaba nasıl biridir?
      Böyle bir cezayı talep etmişse, savcı acaba nasıl bir insan, nasıl bir hukukçudur?
      Söz konusu hükme dayanak olmuş bir ceza yasası maddesi varsa,
bu nasıl bir yasadır?
       Ve bu çocuğa bu cezanın verildiği  ülkenin insanları olarak bizler, olağan yaşamlarımızı hiçbir şey olmamışçasına  sürdürmeye devam edebiliyorsak, nasıl insanlarız?
    (Gülsüm Koç’un avukat yada avukatlarından, “Sanatçılar Girişimi”nin reddediyoruz@gmail.com ileti adresine  ayrıntılı bilgi iletmelerini bekliyoruz. Bu zulmü reddediyoruz. Bu hukuksuzluğun izini sürmeye, hesabını sormaya .kararlıyız….)
        Böyle bir ülkede adalet mülkün değil, zulmün temeli olabilir.

            ***                                       ***                              ***
     Cezaevlerinden gelen mektuplar, kısa sürede  dosyalar dolusu oyluma ulaşıyor.
       Aslında hepsinde tek ve aynı şeyden söz edilmekte:
        Gözaltına alınma, yargılanma, tutuklanma ve mahkûmiyet kararlarındaki adaletsizliklerle ceza evlerindeki insanlık dışı koşullar ve uygulamalar…
       Bütün bunları bir arada  düşündüğünüzde, nasıl  bir polis devletinde yaşadığınızı ve adalet kurumunun, yargılama ve infaz süreçleriyle birlikte, nasıl sistematik bir zulüm makinesine dönüşmüş olduğunu görüyorsunuz.
    Aldığım son mektuplardan biri Sincan  1 No’lu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza ve İnfaz Kurumu”ndan…
     Mektubu yazanlar Barış Önal ve İlhan Kaya adında iki mühendis.
     Özetledikleri “suç”ları, Kürecik’te kurulan füze kalkanına karşı yürüyüşte yer almak, ölümcül  hasta bir  tutuklunun serbest bırakılması için   AKP önünde açılan direniş çadırının örgütleyicilerinden  olmak, 1 Mayıs’a katılmak vb…
      Mektuplarının bir yerinde diyorlar ki “ Bizler mühendisiz ama, halkın evini başına yıkan, dere yatağına ev yapan, sit alanına HES yapıp köylülerin en temel hakkı ve gereksinimi olan suyu ellerinden alan ,,, tekellerin, TOKİ’nin mühendisleri değiliz…”
          11 aydır tutuklular…İddianameleri tutukluluklarının 10 ayında açıklanmış… İlk duruşma 13 Mart’ta Ankara 13. Ağır Ceza mahkemesinde görülecek…
        Okurlarımın, özellikle de Ankara’daki yazar ve sanatçı arkadaşlarımın, 13 Mart’taki duruşmayı  izlemelerini dilerim…

        ***                                             ***                                       ***
   
    Mehmet Perinçek 12 Şubat tarihli mektubunda, kendisine yöneltilen suçlamaların hukuksuzluğunu, örneklerle anlatıp gösteriyor. Telefon dinlemelerinin “resmi” kayıtlarını, bu ülkede adaletin  utanç belgeleri olarak  mektubuna eklemiş.   Bir  ülkede güvenlik ve yargı kurumları
“ispiyonculuğu”, “ röntgenciliği” meslek edinmişse ; hukuk, adalet şurada dursun, hangi sıradan ahlâktan söz ediyoruz?
      Bir yazımda “Mehmet Perinçek Neden Hapiste?” diye sormuştum.  Soruyu tekrarlıyorum: Şu günlerde “Rus Devlet Arşivlerinden 159 Belgede Ermeni Meselesi” adlı  uluslar arası önemde bir  kitabının  daha yayınlandığı  bu genç araştırmacı neden hapiste?
     Mektubundan şu satırları birlikte okuyalım:
      “Hakkımda tek bir tanık beyanı olmamakla birlikte heyet ve savcılar tarafından tanıklara hakkımda tek bir soru sorulmamıştır. Davayla ilgili tek alâkam tutukluluğumdur…”
      Sadece bu son cümle bile, bütün bir Kafka dünyasının, yaşamakta olduğumuz cehennemin  özeti gibidir…
      Türkiye’de adalet bir zulüm makinesine dönüşmüştür.
       Bunu olanca sesiyle dile getirmeyen, buna  karşı çıkmayan herkes, suça ortak demektir…
        
    Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..