30 Kasım 2012 Cuma

BOŞ BİR SAYFA ÖNÜNDE…




     Köşe yazarı için en kötüsü belki de, boş bir sayfa önünde ne yazacağına karar veremeksizin  düşünüp durmaktır….
     Diyeceksiniz, konu mu yok?..
     Olmaz olur mu…
      İdamı yazacaktım, hızla gündemden düştü…
      Gündemden düşmüş olması büsbütün ortadan kalkmış olması anlamına gelmiyor….
       Gönlünde başkanlık hayali yatan kişi, hayal gerçekleşecek olursa,   önünde  artık  AB engeli de kalmayacağına göre,  muhaliflerini neden(Humeyni rejimindeki gibi) sehpaya göndermesin….
      Humeyni’nin astırdıklarından kimileri de onun destekçisi bir takım liberal vb. aydınlardı….
     Söz idamdan açılmışken, Ümit Denizer’in yazdığı, Rutkay Aziz’le Taner Barlas’ın oynadığı, sahne tasarımını Metin Deniz’in “Adalet, Sizsiniz”i mutlaka, ama mutlaka görün…
       Yönetiminde Rutkay’ın tiyatro dehasının duyumsandığı bu oyun, bundan böyle  gündemde hep kalması gereken bir tiyatro başyapıtı…

             ***                                ***                          ***
  İdamdan tiyatroya geldik,  oradan Hürrem’e geçelim… 
  Kısa süre önceki Rusya gezimde, taşra kenti otelinde, açık TV önünde uyuklamaktayken, birden tanıdık görüntüler belirdi ekranda…
     “Muhteşem Yüzyıl” harika bir Rusça dublajla karşımdaydı…
      İtiraf ederim ki gurur duydum Türk olarak…
      Çünkü ekrandaki saray, mekânlarıyla, kostümleriyle, oyuncularıyla  ve içinde geçen öykünün akıcılığıyla, hiç de gerisinde değildi başka ülke dizilerindeki  sarayların…
     Bunu bu diziyi yabancı bir ülke TV’sinde izlerken daha iyi duyumsuyorsunuz…
     Gelgelelim diziye yöneltilen   tehditkâr ve  bir o kadar da densiz çıkıştan çok,   bizim Deniz Kavukçuoğlu’nun 28 Kasım Çarşamba günkü yazısı sözcüğün tam anlamıyla bu duyguma limon sıktı…
     Muhteşem Süleyman meğer,  ilk oğlu şehzade Mustafa’ dan sonra Hürrem’den olan beş erkek çocuğundan (bunlardan biri üç yaşındaki Mehmed)üçünü daha boğdurtmuş…      
       Evlat katilliğinin bu derecesini doğrusu bilmiyordum ve itiraf ederim ki arada bir de olsa izlediğim, kimi bölümlerinde  Süleyman’ı  neredeyse sevecen bir baba gibi gösteren dizi, istediği kadar belgesel değil sanatsal olsun, gözümden düştü.
       Ecdadın küçük düşürüldüğü iddiasıyla bu başarılı TV dizisine saldıran kişinin ve medyadaki  tayfasının, bu ecdadın kan dökücülüğünü, evlat katilliğini yeterince gözler önüne sermediği için , “Muhteşem Yüzyıl”ın yapımcılarına teşekkür etmesi daha doğru olurmuş…

             ***                               ***                           ***

     Devam edelim…. Yeni giyim kuşam yönetmeliğiyle ilk okullarda bile türbanın, çarşafın, belki takkenin, şalvarın önü açılmış oldu… Ülkemize hayırlı olsun……
     Balyoz  adı verilen düzmece  davada  adalet ve ahlâk değerlerinin çirkefe batırılışı… Ergenekon’da kaygı dolu bekleyiş… Halkçı, ilerici belediye başkanlarının, belediyelerin ortadan kaldırılmasına yönelik  proje ve uygulamalar…  Bu arada aşama aşama, anadilde eğitime, yani fiilen parçalanmaya doğru ilerleyiş…
      Taksim’in, Tarlabaşı’nın, Sıraservilerin mahvedilmekte oluşu… Yakında oralardan yer altı ve yer üstü otobanlar geçecek ve İstanbul’la özdeşleşen bir hayatın köküne kibrit suyu ekilmiş olacak.
        Üçüncü köprü, Çamlıca’ya Cami, Galata, Karaköy ve Haydarpaşa çevresinin rant  uğruna katledilecek  olması… Ve dikkatinizi çekmek istediğim bir  konu daha:  15 Kasım tarihli Aydınlık’taki köşe yazısına “6 ayda 23 dev şirket yabancılara satıldı” başlığını koyan Mehmet Akkaya son altı ay içinde Amerikalı’lara(8), İngiliz’lere (4), Fransız’lara(2) ve Rusya, Hollanda, Japonya, Singapur  vb. ülkelere satılan şirketlerin adlarını bir bir sayıyor…
         Ve ülkeyi ateşin kıyısına getiren “patriot”lar….

             ***                     ***                   ***
         Başka bir şey kaldı mı? Kalmaz olur mu!.. … “Yurt”taki son yazılarından birinde Nihat Behram,  ülkemizde beslenip konuşlandırılan “özgür Suriye ordusu” patentli katil sürüsünün, günü geldiğinde Türkiye’nin  yurtseverlerine karşı kullanılma olasılığına dikkat çekiyordu…
        Sizce yabana atılacak bir olasılık mı?...
     Bunlar boş bir sayfa önünde tuşlarıma  takılan satır başlarından bazıları…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/011212

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
        

24 Kasım 2012 Cumartesi

NEDEN ÖLECEK MİŞİZ?




    İkinci a harfini  en azından üç dört a kadar uzatarak, vurgulayıp  çatlatarak, sesinin olanca tınısıyla bağırıyor:
    “Öleceksek adaaaam gibi ölelim!...”
    Bağırmanın da tıpkı öfke gibi bir hitabet sanatı olduğunu  sayesinde  öğrenmiş olduğumuz için şaşılacak bir şey yok..
     Fakat yine de bu haykırışta, her zamankinden daha fazla rahatsız edici ve çok daha tehlikeli bir şey var.
    Haykırışın sahibi herhangi biri değil, ülkenin özel yetkili başbakanı.
    Yasalarla tanımlananın çok ötesinde,nereden aldığı belirsiz özel yetkilerini daha da ve sınırsızca çoğaltarak devletin daha da tepesine çıkmak ve  orada  sanki sonsuzca kalmak istiyor.
     Bağırıp çağırmada ölçüyü iyice kaçırmasının nedeni, bu hedefe ulaşmanın pek de kolay olmadığını anlamaya başlaması olabilir mi?

         ***                                    ***              ***
    Onu  ilk kez İstanbul Belediye Binası önünde, görevden alınıp cezaevine gönderilmek üzere olduğu günlerde, orada toplanan bir kalabalığa hitap ederken gördüğümü daha önce yazmıştım...
     Aklımdan geçen düşünce, yine daha önce yazdığım gibi, bu kişinin belediye başkanı filan değil, çok daha başka hedeflere yönelmiş biri olduğuydu.
     Sonradan yaşadıklarımız, topluma yaşattıkları, sezgimin doğruluğunu sayısız kez  kanıtladı...
      Belediye başkanlığından başbakanlığa yükselen kişinin gözü şimdi çok daha yükseklerde.
     Amacına ulaşmak için, ya da ulaşamayacağını anladığında,  gözünü kırpmadan bütün bir toplumu ateşe atabilecek  biri bu...
     Aldığı dinî eğitime uygun bir ses tonuyla ,sesli harflerin üstüne basa basa “adaaaam gibi....”diye bağırmasının başka bir açıklaması olamaz...

           ***                      ***                        ***

   Kendisine kayıtsız şartsız bağlı, ya da henüz öyle görünmeye devam eden bir parti meclisi önünde, dar bir kürsünün arkasında konuşan kişinin dar omuzları üzerinde yükselen başına; öfkeyle kasılmış, gülümsemeyi unutmuş yüzüne  bakıyorum...
    Birleşmiş Milletlere, bugünkü konumunu borçlu olduğu ABD'ye, bütün dünyaya ver yansın ediyor.
     Tıpkı belediye binası önünde toplanmış, kimileri de hiç kuşkusuz oradan geçmekte iken  durup dinleyen meraklı insan kalabalığına hitap eder gibi..
     Oysa bu bir parti meclisi.. .   
     İçlerinden biri çıkıp, ey başbakan, iyi de neden ölelim diye soramıyor...
     Hiç biri belki aklından bile geçiremiyor böyle bir soruyu...
     Bütün bu milletvekili kalabalığı, o tek bir cümlede bütün bir ülkeyi ateşe atmaya hazır ruh durumunu, tehdidi, görmüyor, göremiyor, görmek istemiyor...
      Tersine, sanki sıradan bir halk hatibini alkışlayan sıradan bir sokak kalabalığı gibi, utanç verici, dehşet verici alkışlarla destekliyor bu korkunç
çağrıyı...

                         ***                              ***                          ***
        “Ey Recep Tayyip Erdoğan!...” diye, aklımın, düşüncelerimin olanca gücüyle  bu hatipe sesleniyorum ben de...
        “Kimsin sen? Bütün bir ülkeyi ölüme sürüklemekten  ne hakla söz ediyorsun?  Adaletsiz bir seçim sistemi sonucunda belli bir oy oranıyla  iktidar olmuş, yine öylece  çıkıp gidecek  birisin. Bu bağırıp çağırmalarına  ne Birleşmiş Milletlerin, ne ABD'nin, ne de  hiç bir ciddi ülke, kişi ya da kurumun kulak asmayacağını bilmene rağmen, niye bağırıyorsun, kimi kandırıyorsun,ya da kandıracağını sanıyorsun?...”
         İşinde gücünde, barışçı, mazlum insan topluluklarına;  genç, yaşlı, kadın, erkek, çoluk çocuk yurttaşlarıma bakarken düşünüyorum  bunları...   Çoğu büyük olasılıkla  o bir tek cümlenin kendileri için nasıl ölümcül bir tehdit olduğunun  farkında bile değil ne yazık ki...  “Ey Recep Tayyip Erdoğan!..” diye devam ediyorum... “Bu ülkenin çocukları her gün ölüyor zaten... Adaaaam gibi ölmekten söz eden, her fırsatta  şehit edebiyatı yapan sen , cepheye göndermek şurda dursun, ,doğru dürüst askerlik bile yaptırmadın oğullarına...Bunun hesabını bu topluma verdin mi, verebilir nisin?...”



Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/241112

20 Kasım 2012 Salı

YAŞAM DİJİTAL BİR OYUN DEĞİLSE... / Ataol Behramoğlu




Hayatlarımıza bilgisayar teknolojisiyle birlikte giren sözcüklerden biri “dijital.”
Ya da ben öyle algılıyorum.
Digital” diye yazılıyor...Karşılığı “parmağa ait”, “parmak gibi”, “bir parmakla yapılan”.. vb..
Az önce Çağlayandaki Adliye Sarayı'nda Oda TV davasını izlerken aklımdan “Yaşam dijital bir oyun mu?”cümlesi geçiyordu...
Kendisini ilk kez gördüğüm Hanefi Avcı, sakin bir ses tonuyla yaptığı uzun savunmada, bu davayı oluşturan “dijital” verilerin sahteliğini bir bir sayıp döküyor.
İddia ve yargı makamında oturmakta olanların bu konuda bilgi düzeyleri nedir
bilemem.
Fakat yapılmış olan sahtekârlıklar ,konuya en uzak olanların bile anlayabilecekleri bir açıklıklıkla gözler önüne seriliyor.
Bunları, ya da benzerlerini, hapishanede yazılan kitaplardan, özellikle de Soner Yalçın'ın “Samizdat”ından zaten biliyorduk...
Ama yine de emekli bir emniyetçinin, cemaatin ipliğini ilk kez pazara çıkaran kitaplardan “Haliçteki Simonlar”ın yazarının duygusallık tonlaması taşımayan bir sesle yaptığı teknik açıklamalar hem yargı kurulunca hem izleyicilerce sessizce dinleniyor...
Dijital sahtekârlıkları irdelerken arada bir “Bu kadar ciddi çalışmayı kim yaptı?” diye soruyor emekli emniyetçi... “Bu tertibi yapanlar kim?
Ben notlarıma “ABD” , “cemaat” sözcüklerini düşüyorum...

*** *** ***

Verilen aradan sonra Soner Yalçın savunmasına başlıyor...
Ara verildiğinde kucaklaşıp iki satır konuşabildik.
Kişisel tanışıklığımız olmamıştı.
Fakat yazılarını her zaman ilgiyle okumuş, katıldığım programlarda yeri geldikçe bu yazılardan kaynak olarak yararlanmıştım.
Kendisinin benim hakkında düşündükleri nedir bilemem, fakat onunla bir zekâ ve duygu kardeşliğimiz olduğunu hep hissettim.
Kendi türünde bir başyapıt olan “Samizdat”ta bu zekâ ve duygu adamını daha yakından tanıdığımda, hislerimde yanılmadığımı gördüm...
Onın da sakin, fakat duygu dolu bir sesle yaptığı konuşma, ancak bir bilgenin yapabileceği türdendi...
Soner Yalçın'ı dinlerken, bu davaların, bu duruşmanın, o anda içinde bulunduğumuz ortamın zihnimde uyandırdığı sorular,duygular, izlenimler, bir zekâ ve duygu kardeşinin kurduğu mükemmel cümlelerde sanki bir bir ete kemiğe bürünüyor...
Düşünceyi suç sayan bir anlayışla bir “dil” sorunumuz olduğu vurgusuyla “savunma”sına başlayan Soner Yalçın, “teknisyen hukuk anlayışı gerçeklikle bağını koparmıştır...” diye sürdürüyor konuşmasını..
Savunma” sözünü tırnak içine aldım... Çünkü bu konuşma bir savunma olmanın çok ötesinde, çürümüş, çökmüş, insana yabancılaşmış bir yargı sisteminin tepeden tırnağa yargılanması anlamına geliyor...
Yargılanan ve yargılanan yer değiştiriyor...
Bilim ahlâkına aykırı “varsayım” ve “kurnazlık”larıyla “kendini savcı ve polis yerine koyan” TUBİTAK ve gazetecilik ahlâkıyla ilgisi bulunmayan bir medya da, yine bir bilgenin duygulu, sakin, ama tam hedefe ulaşan vurgularıyla payına düşeni alıyor...

*** *** ***
Duruşmaya Soner Yalçın'ın konuşmasının ardından öğleden sonra dörde kadar ara verildi.
Ben yazımı yetiştirmek için gazeteye geldim.
Duruşma nasıl sopnuçlanacak?
Devletin karanlık izbe yerlerinde hazırlanmış sabıkalı iki word dosyası”, iki uydurmasyon dijital veri, daha ne kadar süre kanıt değeri taşıyacak?
Bir bilgisayarda zararlı yazılım varsa o bilgisayar delil olarak kullanılamaz” saptamasından, iddia ve yargı makamı ne ölçüde etkilenecek?
Yaşam dijital bir oyun değilse, bütün insani değerler birer hakikatse, etkilenmeleri gerekir...
Etkilenmiyorlarsa(bunu sadece bu dava bakımından değil Ergenekon, Balyoz ve benzer bütün davalar için söylüyorum) o kürsüleri işgal edenlerin insanlıklarının hakikiliği de kuşkuludur...
Onlar, Soner Yalçın'ın konuşmasındaki kavramlarla , “ahlâki adalet”in değil, “yasalaştırılmış adaletsizliğin” temsilcileri olarak anılacaklardır...


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/171112

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

11 Kasım 2012 Pazar

ÇAĞDAŞ DRAMA DERNEĞİ




       Elimdeki çağrılığa yanılıyor olabilir miyim diye bir kez daha baktım.
      Hayır, yanılmıyorum.
       Seminer çağrısı  Çağdaş Drama Derneği Şanlıurfa Temsilciliğinden…
       Konu, “Uluslararası Eğitimde Yaratıcı Drama” bağlamında “Ritüeller ve Yaratıcı Drama”…
        Eğer Urfa’da olsaydım herhalde kaçırmayacak olduğum seminer 14-18 Kasım tarihlerinde gerçekleştirilecek.
        Şimdi belki haklı, ama bana kalırsa haksız olarak, bunda şaşılacak ne var diye sorabilirsiniz…
        Bu türden etkinliklerin büyük kentlerde, başlıca da İstanbul’da yapılıyor olmasına o kadar alışmışız ki “Urfa” ve “Yaratıcı Drama” sözlerinin bir arada oluşu başta yadırgatıyor insanı…
       Sonra içiniz ısınıyor ve benim yaptığım gibi bilgisizliğinizi gidermek için
(şimdilik elimizde bulunan, yarın ne olacağı belirsiz) internete göz atıyorsunuz…

                               ***                         ***                ***

  Bilgi sahiplerinden, konunun uzmanlarından  ve derneğin kendisinden özür dileyerek, edindiğim bilgileri okurlarımla paylaşıyorum.
     Çağdaş Drama Derneği 5 Nisan 1990’da  Prof. Dr. İnci San ve değerli tiyatro adamı, arkadaşım, sevgili  Tamer Levent’in öncülüğünde  Ankara’da kurulmuş.
     Sayın San da güzel sanatlar eğitimi alanının seçkin bir uzmanı ve öğretim üyesi.
        Şu anda genel başkanlığını sayın Doç.Dr. Ömer Adıgüzel’in  üstlenmiş olduğu Derneğin kuruluş amacı  özetle “drama çalışmalarının eğimde ve tiyatroda yaygınlaştırılması için araştırmalar yapmak” olarak belirtiliyor.
    “Yaratıcı dramanın ülkemizde yaygınlık kazanabilmesi, çocuk ve gençlerde
yaratıcı kişilik gelişimini sağlamak ve hızlandırmak bakımından bir öğretim yöntemi ve ayrıca başlı başına bir disiplin olarak yerleşmesi…..”konularında araştırmalar yapmak, yapılan çalışmaları desteklemek, bunun için seminer ve atölyeler düzenlemek bu genel amacın kapsamı içinde……
     Şanlı Urfa Temsilciliğince düzenlenecek olan, bu seminerlerden 21.si….

                     ***                            ***                 ***

    Merkezi Ankara’da olan Çağdaş Drama Derneği’nin İstanbul, İzmir ve Eskişehir’de şubeleri; Trabzon, Muğla ve Kocaeli’nde ve belki daha başka il ve ilçelerimizde temsilcilikleri bulunmakta.
    Sempozyumla ilgili olarak Şanlıurfa temsilciliğinin  açıklamalarından  2007 yılına kadar Ankara’da düzenlenen sempozyumları, bu tarihten sonra Hatay, Adana, Antalya,Eskişehir, İstanbul, Kocaeli sempozyumlarının izlediğini öğreniyoruz.
      Şanlıurfa’da gerçekleştirilecek olan, sanırım bu ilimizde bu alanda düzenlenen ilk sempozyum olacak…

                   ***                           ***                     ***

     Konuyla ilgili heyecanımı sizlerin de paylaşacağını umuyorum…
      Sanat yapıtlarının siyasal iktidarın tepesinde bulunan kişilerce yakışıksız sözlerle aşağılanmak istendiği(aslında böylece aşağılanmış olan bu yapıtlar değil bu yakışıksız sözlerin sahipleridir), klasik müzik konserlerinin ve resim galerilerinin yine bu iktidardan destek bulan serseri çetelerince basıldığı, uluslararası değere sahip bir müzisyenin  yine aynı kişi ve çevrelerce alçakça hakarete uğrayıp sonrasında da  adi bir suçluymuşçasına yargıç önüne çıkarıldığı bir ülkede, Şanlıurfa’da “Ritüeller ve Yaratıcı Drama” başlığı ile bir seminer gerçekleştirilecek olması yürekten alkışlanacak bir olaydır.
          Çağdaş Drama Derneği’nin, şube ve temsilciliklerinin varlığı,  Şanlıurfa Temsilciliğince gerçekleştirilecek olan yaratıcı drama semineri, benim ülkemize olan ve hiçbir zaman yitirmediğim umudumu pekiştirdi…
         Şanlıurfa ve çevresinde yaşayan aydınlar, konuyla ilgili herkes, aydınlanmadan yana karanlıkçılığa karşı savaşım veren sivil toplum ve siyasal parti temsilcileri, başlarını bir an kısır siyasal çekişme çölünün kumlarından çıkararak Çağdaş Drama Derneği Şanlıurfa Temsilciliği’nin etkinliğine kulak vermeli, destek olmalıdırlar….


Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/ 111112

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

10 Kasım 2012 Cumartesi

KARARSIZLAR




     Şu anda kararsız olan büyük bir seçmen kitlesinin yönelimlerinin önümüzdeki seçimlerde belirleyici olacağı söyleniyor.
     Araştırma sonuçları bu doğrultuda.
    Ne ölçüde doğru olduğunu bilemem, fakat  kararsız oranının  seçmen sayısının yüzde kırklarına ulaştığı da söylenenler arasında.
    Bu durumda, kararsız kitlenin  oylarını etkilemek bakımından siyasal partilerin ciddi bir çalışma yapmaları gerektiği ortada.
    CHP ve solundaki partiler açısından bu konudaki düşüncelerimi özetlemek isterim.

             ***                               ***                     ***

   Kararsızlar kitlesi kararsızlık bakımından birleşik bir kitle özelliği taşısa da farklı toplumsal çevrelerden oldukları kuşkusuz.
     Başka bir deyişle, kararsızlıklarının farklı nedenleri olmalı.
     Benim aklıma öncelikle, sadece Güney Doğu'da değil Türkiyenin her yöresinde yaşamakta olan Kürt kökenli yurttaşlarımız geliyor.
    Ben Kürt kökenli yurttaşlarımızın çok büyük çoğunlukla, etnik kökenlerini yadsımaksızın ve yadsınmasına göz yummaksızın, kendilerini Türkiye Türkü olarak hissettiklerinden kuşku duymuyorum...
     Burada bütün sorun, bu konuda  ikircimli olanlara, ulus devlet gerçeğini eğip bükmeksizin, bilimsel verilerle, açıkça, içtenlikle ve bıkıp usanmaksızın anlatmayı başarmaktır.    
       Türkiye farklı etnisitelerin sentezi olan bir ulus devlettir.
       Türkiye Türklüğü bir ırkın adı olmaktan çok daha fazla, bir ulusal sentezin adıdır.
        Türkçe ulusal dil olarak varlığını yüzlerce yıl içinde birleştiriciliği ve bugün ulaşmış olduğu düzeyle  kazanmıştır.
      Bunları böyle dile getirmek, ne Türk ne Türkçe ırkçılığıdır. Bir gerçekliğin dile getirilmesidir.
       Türkiye sentezini bölme girişimi, bölünmeyle değil, tıpkı bir atomun parçalanması gibi parçalanmayla sonuçlanır.
       Bu gerçeğin açıkça, içtenlikle, bilimsel verilerle dile getirilmesinin,  Kürt(ve başkaca etnik kökenlerden) büyük seçmen kitlelerini etkileyeceğinden kuşku duymak için ben bir neden görmüyorum.
      Farklı düşünce sahiplerinin kendi partilerinde, derneklerinde, siyasal örgütlerinde bir araya gelmeye kuşkusuz ki hakları vardır ve zaten öyle de oluyor.
    CHP ve solundaki siyasal partiler, örgütler, bu konuda düşüncelerini, tavırlarını  çok net, çok açık, çok kararlı olarak ortaya koymalıdırlar.

                 ***                 ***                    ***
   İkinci büyük kararsız kitlenin, CHP'ye ve sola din konusunda kuşkuyla bakan çevreler olduğu söylenebilir.
     Gelmiş geçmiş sağcı partilerin ve bu gün AKP'nin bu konuyu nasıl  utanmazca, pervasızca ve en başta da halkın dinsel duygularına saygısızlıkla sömürdükleri bilinen bir şey.
      Buna karşı yapılması gereken, aynı oportunist tavrın başka biçimlerini benimsemek değil, halk insanlarına aydınlanmanın, laikliğin ne olduğunu, Türkiyenin hangi aşamalardan geçerek Cumhuriyet değerlerine ulaştığını anlatmaktır.
     Bunların din karşıtlığı değil, dinin istismar konusu olmaktan kurtarılarak   kişisel alandaki saygın ve din duygusuna çok daha yakışan yerine kavuşturulması olduğunu göstermektir.
  Cumhuriyetle kazanılan değerleri anlatmak bakımından,kadınlarımızın  Cumhuriyet döneminde bir çok Batı ülkesinden daha önce seçme ve seçilme hakkına kavuştuklarını bıkıp usanmadan yinelemek, sadece bu bile, şu ya da bu etki altında sola kuşkuyla bakan, AKP'ye oy veren milyonlarca kadın seçmeni etkileyecektir.
    Bütün bunlar  için her şeyden önce halkın sağ duyusuna güvenmek ;halk insanının doğruya, gerçeğe, içtenliğe olan inancını, beklentilerini iyi anlamak gerekir...

                        ***                              ***                          ***
  
      Kararsız esnaf, köylülük, gençlik, emekliler vb...  Her kesim üzerinde ayrı ayrı düşünmek gerekir...
     Bu yazıyı esnaf ve köylülüğe ilişkin düşüncelerimle bitireyim...
     En gelişmiş Batı ülkelerinde esnaflık ve köylülük sapa sağlam yerindeyken, bizde ikisi de can çekişmekte...
     Emperyalizmin taşeronu iktidar partisinin bu konudaki uğursuz rolü,gelişmiş Batı ülkelerinden somut örneklerle anlatılabildiği ölçüde, bugün sağa oya veren esnaf ve köylü kitleleriyle aynı kesimlerden kararsızların oyları, hiç kuşku duymayalım ki solda büyük bir oy patlaması yaratacaktır...

Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/ 101112

Sanatçılar Girişimi olarak bugün Ankara'da, Ankara'da olamayacaklarımız ise saat 13.00'te Beşiktaş Özgürlük Antı önünde Vardiya Bizde Platformu'nun yanıbaşındayız.

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..